Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Genel Meclis Üyesi, Harita Mühendisleri Odası Eski Genel Başkanı Celal Beşiktepe ile kent yönetimini ve Halkların Demokratik Partisi'nin (HDP) hedeflerini konuştuk...
HDK Genel Meclis Üyesi Celal Beşiktepe, AKP'nin kent politikasını eleştirerek, İstanbul’da yapımına başlanılan 3. Köprü, Kuzey Marmara Otoyolu, 3. Havalimanı projeleri ile Türk Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın ilan ettiği Kanal İstanbul ve Yenişehir projelerini, "uygulanmakta olan 'kentsel dönüşüm'ün önemli nirengi noktaları" olarak ele aldı.
"Türkiye’de 1980 yılına kadar uygulanan ithal ikameci ve iç pazarı korumacı sanayileşme modeli 24 Ocak kararları ile terk edilmiş, yerine 'ihracata dayalı kalkınma' modeli kabul edilmiştir" diyen Beşiktepe, Türkiye'nin, kapitalizmin küresel programına ilk uyum sağlayan ülkelerden biri olduğunu belirtti.
1980 sonrası dönemi, "dünyada ve Türkiye’de sermayenin kentleşme dönemi" olarak tarif eden Beşiktepe, "Devlet ile sermaye arasında yeniden düzenlenen ilişkiler ve kentsel mekanın tümüyle metalaştırılması yoluyla sağlanan sermaye birikimi bu yeni döneme damgasını vurmuştur. 1994’de belediye başkanı olan Başbakan Tayyip Erdoğan bu sürecin aktörü olmakta hiç tereddüt etmedi, belediye başkanlığı görevini de aslında hiç bırakmadı. Kapitalizmin küresel programına uygun olarak İstanbul ve diğer kentleri sermaye projeleriyle dizayn eden, topluma ait kaynakları sermayeye aktaran sayısız uygulamalara hız verildi" diye konuştu.
'AKP KENT VE KENTLİ İÇİN DEĞİL; KENTİ SERMAYEYE PAZARLAMAK İÇİN VAR'
Beşiktepe, İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisince 2006 yılında onaylanan 'İstanbul İl Çevre Düzeni Planı”nın “Vizyon, Hedef ve Stratejiler' başlığı altındaki hedeflerin şunlar olduğunu hatırlattı: "Kentin Rekabetçi Üstünlüklerini Ön Plana Çıkarmak, Kentin yatırımcılar için bir çekim merkezi olmasını sağlamak, Yüksek Bir Rekabet Gücüne Sahip Olabilmek İçin Gerekli Mekansal ve Altyapı Projeleri Geliştirmek, Firmaların Kurulmaları, Büyüme ve Yarışabilmelerinin Önündeki Engelleri Kaldırmak."
Beşiktepe, bu hedeflerin, İstanbul planlamasının temel hedefinin insanca yaşanabilecek bir kent ve kentli yerine, kenti sermayeye pazarlamak olduğu anlamına geldiğini ifade ederek, eleştirilerini sürdürdü:
"İstanbul’un doğal alanlarını, ormanlarını, içme suyu rezervlerini tümüyle yok edecek olan 3. Köprü, Kuzey Marmara Otoyolu, 3. Havalimanı, Kanal İstanbul ve Yenişehir projeleri ile ekolojik dengenin bozulacağı, İstanbul’un artık yaşanmaz bir kent haline geleceği açıkça ortada iken bu mühendislik operasyonunda neden ısrar ediliyor? Çünkü bunlar birbiriyle bağlantılı projelerdir.
İstanbul’un Karadeniz kıyısındaki kömür ocaklarının çukurları üzerinde kurulacak 4-5 milyonluk Yenişehir proje alanındaki çukurlar ile 3. Havalimanın kurulacağı sulak alanlar, Kanal İstanbul kazısından çıkacak malzemelerle doldurulacaktır. Marmara ile Karadenizi birbirine bağlayacak kanalın deniz ekolojisinde yol açacağı geri dönülmez tahribatın hesapları değil, mekan üzerinden elde edilecek yeni kazançların hesabı yapılmaktadır.
Sermaye projeleri önündeki tüm engelleri kaldıran, planlama ve imar yetkilerini merkezi yönetime alan yasal düzenlemeler bunun için yapıldı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile TOKİ bu amaçla sınırsız imar yetkileriyle donatıldı. Bu ne demektir? 'İstediğim alanda istediğimi yaparım, yerleşim alanlarını boşaltır insanları evlerinden, barklarından söküp atarım, tarihi ve kültürel alanları, parkları, ormanları, sahilleri, su havzalarını, meydanları yapılarla doldururum, çünkü ben sermayenin temsilcisiyim' demektir."
'SERMAYE PARTİLERİNİN BAŞKANLARI: MERKEZİN İRADESİNE BAĞLANMIŞ MEMURLAR'
Kent yönetiminin sermaye partileri tarafından "merkezi yönetimin bir uzantısı" olarak görüldüğüne işaret eden Beşiktepe, merkezden atanan kent yönetim adaylarının özgür davranmaları, kentin ve kent insanının geleceğini düşünebilmeleri, eylem ve işlemlerinde bağımsız karar alabilmelerinin mümkün olamayacağını kaydetti. "İstanbul’da dünya kadar imar yolsuzluğu karşısında, 'Gezi' eylemleri sırasında belediye başkanının ortaya çıkıp konuştuğuna tanık olmadık. Neden? Çünkü merkezin talimatları doğrultusunda karar aldıkları için iradeleri merkezin iradesine bağlanmış memur gibi davranıyorlar" diyen Beşiktepe, şöyle devam etti:
"Kentsel dönüşümü de böyle anlamalıyız. Bunların kararları da merkezden alınmaktadır. Bu konuyu kamuoyunun bilgilenmesi için biraz açalım. Kentsel dönüşüm adı altında 700 milyarlık bir kaynaktan bahsediliyor.
Kentsel dönüşüm yasası olarak adlandırılan ve Mayıs 2012’de çıkarılan 6306 sayılı yasanın tam adı: Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun’dur. Nedir risk altındaki alanlar, yaşadığımız kentin nereleri afet riski altındadır? Şimdi hep birlikte sormalıyız: 17 Ağustos depreminin üzerinden 13 yıl geçmesine karşın İstanbul’un afet riski alanları, riskli yapıları için ne yapılmıştır, ne tür önlemler alınmıştır? Hiçbir şey yapılmamış, tam tersine 1999 depremi sonrası can güvenliği nedeniyle toplandığımız boş alanlar; parklar, sahiller, yeşil alanlar, vadiler vb. kamu alanları beton kulelerle doldurulmuştur.
Bu da yetmez, 17 Ağustos depreminden 13 yıl sonra afet riski adı altında bir yasa çıkarılıyor. Bu yasayla ne yapılmak isteniyor? Bunun için yasada yapılan tanımlara bakalım. Bunlar rezerv yapı alanı, riskli alan ve riskli yapı tanımlamalarıdır. TOKİ bu yasada da karşımıza çıkıyor. TOKİ’nin veya belediyelerin talebi üzerine veya resen Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca belirlenecek alanlar rezerv yapı alanı, riskli alan ve riskli yapı alanları olarak ilan edilecek ve kentsel dönüşüm projeleri uygulanacaktır."
Bu kanunun asıl amacını, "kent rantının yüksek olduğu alanların kanun kapsamında ilan edilerek burada yaşayan insanların yeni rezerv yapı alanlarına sürülmesi ve kentsel mekanın özelleştirilerek sermayeye sunulması" şeklinde özetleyen Beşiktepe, yasanın yürürlüğe girmesinden kısa bir süre sonra, Aralık 2012’de İstanbul’da binlerce hektarlık yerleşim alanlarının “rezerv yapı alanı” olarak belirlendiğini ve bu alanlardaki planlama, imar, kamulaştırma dahil tüm uygulamalar 6306 sayılı yasa kapsamında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca yürütülmeye başlandığını hatırlattı.
'750 BİNDEN FAZLA EVİN YIKIMI, 4 MİLYON İNSANIN YERİNDEN EDİLMESİ...'
Beşiktepe, kentsel dönüşüm uygulamalarının halk aleyhine olan olası sonuçlarını da şöyle anlattı:
"İstanbul, kentsel dokusunun, yaşam alanlarının ve doğasının tamamen sermayeye teslim edilmesi demek olan 'kentsel dönüşüm' uygulamaları ile eşi benzeri görülmemiş bir yıkım dalgasıyla yüz yüzedir. Yoksul ve emekçi sınıfların yaşam alanlarından sökülüp atılması demek olan bu uygulamayla sınıfsal ilişkilerin, dayanışmanın ve kolektif eylemin zemini de yok edilmek istenmektedir. Sadece İstanbul’da gecekondu bölgelerinde 750 binden fazla evin yıkımı, 4 milyon insanın yerinden edilmesi söz konusudur. Emekçilerin, ezilenlerin hem mekandaki birlikteliği dağıtılacak hem de bu mekanlar sermayenin yeni birikim alanları haline getirilecektir.
Böylesi bir yasanın olmadığı bir dönemde bile İstanbul Sulukule’de, Balat’ta, Ayazma’da “Kentsel Dönüşüm” adı altında insanlar evlerinden, barklarından sökülüp atılmıştır. Sulukule’de Roman Vatandaşların oturduğu mekan, kültürel açıdan -mekanın kullanım değeri açısından- çok zengin bir sosyal ve kültürel dokuya sahiptir. Bu mekanda oturanların esas uğraşısı özgün roman müziği yaratıcılıklarıdır. Kentsel dönüşüm adı altında istisnai bir sosyal doku yok edilmiş, Romanlar için 'kullanım değeri' olan mekanları, onları evlerinden söküp atanlar için 'değişim değeri'ne dönüşmüştür. Kentsel dönüşüm adı altında yoksullar kent dışına sürülmüştür."
Beşiktepe, sistemin merkezinde alınan bu kararları uygulamakla görevli Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın istifasından hemen önceki, “…soruşturma dosyasında var olan ve onaylanan imar planlarının büyük bir bölümü Sayın Başbakan'ın talimatıyla” şeklindeki sözlerini anımsatarak, Erdoğan'ın sorumluluğuna dikkati çekti.
Beşiktepe, "Kentsel dönüşüm projeleri, şehrin estetiği ya da genel olarak 'çağdaşlığın' bir gerekçesi olarak görülebilir mi? Modernizmin kapitalizmle ilişkisi mi söz konusu" şeklindeki sorumuz üzerine şu örnekleri verdi:
"Modern kentler, sınıfsal eşitsizliğe dayalı kapitalist birikimin devamlılığını sağlamak üzere tasarlanan ve mekana doğrudan müdahalelerle inşa edilen bir sosyal-fiziksel ölçeklerdir. Kapitalizmdeki kentleşmenin özünde insanları yerlerinden söküp atma ve ‘mülksüzleştirme' yoluyla birikim denen olgu vardır.
David Harwey’e göre; 'yaratıcı yıkma' imgesi, moderniteyi anlamak açısından büyük önem taşır, çünkü tam da modernist projenin uygulanmasının karşılaştığı pratik ikilemlerden türemiştir. Birçok modernist düşünürün işaret ettiği gibi, yumurtaları kırmadan omlet yapmak depedüz olanaksızdır.
Bu tür bir ikilemin edebiyat dünyasındaki klasik temsilcisi, Berman ve Lukacs’ın işaret ettikleri gibi, Goethe’nin Faust’udur. Eski dünyanın küllerinden yepyeni bir dünya yaratmak için geleneksel değerleri ve göreneklere dayalı yaşam tarzlarını yıkmaya hazır bir kahraman olan Faust, insanı yoksulluktan kurtarma potansiyeli taşıyan bir yüce ruhsal başarı uğrunda, doğaya hakim olma ve yeni bir doğal manzara yaratma yolunda, hem kendini, hem de bütün dünyayı, Mefistoyu (Şeytanı) bile, örgütlemenin en uç noktalarına kadar zorlar. Bu yüce hedefin önünde engel olan her şeyi ve herkesi ortadan kaldırmak için, Mefisto’yu harekete geçirerek, deniz kenarında küçücük bir kulübede yaşayan ve çok sevilen bir yaşlı bir çifti, salt kendi master planında yerleri olmadığı için öldürtür.
İkinci İmparatorluk Paris’inde bayındırlık işlerinden görevli Haussmann 'yaratıcı yıkma' kavramının efsane olmadığını gösterir. 1848 yılı kullanılmayan artı-sermaye ve artı-işgücünün Avrupa çapındaki ilk açık krizlerinden birini beraberinde getirdi. Kriz özellikle Paris’i sert vurdu ve erken doğmuş bir devrimle sonuçlandı. Burjuvazi devrimcileri şiddetle bastırdı ama krize çözüm getirmeyi başaramadı. Sonuç 1851’de darbe yapıp ertesi yıl kendisini İmparator ilan eden Louis-Napolyon Bonaparte’nin iktidarıydı.
Bonaparte 1853’te artı-sermaye ve işsizlik sorunlarını kentleşme ile çözmek için bayındırlık işlerinden sorumlu olmak üzere Haussmann’ı görevlendirdi. Paris’i yeniden inşa etmek muazzam miktarda emek ve sermaye emiyordu. Haussmann 1840’larda Fouriercilerin ve Saint-Simoncuların üzerinde tartıştığı hayalî planlardan ilham alarak büyük bir yıkım ve yeni inşa süreci başlattı. Sermayenin büyüme sorununu borç destekli bir kentsel dönüşüm düzeni uygulayarak çözmeye çalıştı. Kentsel dönüşüm adına Paris varoşlarını sildi süpürdü; işçileri, yoksulları ve toplumsal düzen ve siyasi iktidara tehdit oluşturanları kent merkezinden uzaklaştırdı.
'NAPOLYON'UN YERİNE TAYYİP ERDOĞAN'I KOYABİLİRİZ'
Paris, büyük tüketim ve turizm ve merkezi haline geldi. Yeni mali kurumlar ve borçlanma araçları geliştirildi. Onbeş yıl kadar süren bu düzen, spekülatif mali düzen ve kredi yapıları 1868’de iflas etti. Haussmann’ın görevine son verildi, III. Napolyon Bismark Almanya’sına savaş açtı ve yenildi. Arkasından Kapitalist kent tarihinin en büyük devrimci olayı olan Paris Komünü ortaya çıktı."
Beşiktepe, "Bu tarihsel olayın kahramanlarını günümüzle eşleştirirsek, Haussmann’ın yerine Erdoğan Bayraktarı, Napolyon’un yerine Tayyip Erdoğan’ı koyabiliriz" dedi.
Beşiktepe'nin, Türkiye'deki mevcut siyasi krizin ekonomik krize dönüşmesinin kent yönetimindeki olası yansımaları hakkındaki öngörüleri ise şöyle:
"Spekülasyona, iç ve dış borçlanmaya, borsaya, kredi kurumlarına dayalı bir ekonomi-politiğin hakim olduğu Türkiye’de yaşanan siyasi krizin ekonomik sonuçları olacaktır ve ortaya çıkmaya da başlamıştır. Ayakta zor duran, sürdürülemez olan mevcut sistemin mali yapısı bir ekonomik krize doğru gitmektedir. Aslında yaşanan süreç temsili demokrasinin bir krizidir. Türkiye’de, milyonlarca insanın yaşamını ilgilendiren ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel düzeydeki tüm kararlar bir avuç azınlık tarafından alınmaktadır. Halkın dışlandığı merkezi yönetim mekanizmasının bir benzeri de yerel yönetimler dünyasında kurulmuştur.
Halk; iktidarda olsun, muhalefette olsun düzen partilerinin 4-5 yılda bir önüne koyduğu adayları, kendi adaylarıymış gibi algılayacak kadar büyük bir yanılsama içine sokulmuştur. Sınıf egemenliğinin bir biçimi olan temsili demokrasi, belirli zaman aralıklarıyla halkın rızasını almak ve böylece mevcut düzenin meşruiyetini sağlamaktan ibarettir. Oysa demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesi, kendi sorunlarına sahip çıkması, yöneten-yönetilen ikileminin ortadan kaldırılması, demokratik bir kültürün geliştirilmesi, özgür ve eşit yurttaşların ortaya çıkmasıdır.
Yaşanan krizi önümüzdeki yerel seçimler açısından doğru değerlendirmemiz gerekiyor. Özgür kentleri özgür yurttaşlarla birlikte kurabiliriz. Toplumsal özgürlüğe yönelmiş bütünlüklü bir toplum projesini kentlerde birlikte gerçekleştirmenin, eşitliğin, adaletin ve demokrasinin olduğu yaşanabilir kentleri birlikte kurmanın programını geliştirmeliyiz. 'Gezi' direnişiyle ortaya çıkan potansiyeli doğru bir zeminde ele almalıyız. Kent hakkının yaşamı değiştirme ve geleceği kurma hakkı kapsamında demokratik yönetim ve demokratik denetim kurma hakkı olduğunu söyleyebiliriz."
PORTO ALLEGRE YEREL YÖNETİM MODELİ
Dünya örneklerini incelediğinde, kent yönetiminde referans alınabilecek yerler için de Beşiktepe, "Tarihsel olarak en görkemli örnek Paris Kömünüdür. Dünyanın çeşitli kentlerinde demokratik kent hareketleri ortaya çıkmış ve yönetim pratikleri yaşanmıştır. Günümüzde insanlığın demokratik yönetim ve demokratik denetim kurma hakkı için mücadeleler verdiğini görüyoruz" dedi.
Brezilya İşçi Partisi'nin yıllar önce hayata geçirdiği Porto Allegre Yerel Yönetim Modeli'nin, doğrudan demokrasi anlayışı, halkın doğrudan katılım ve denetimi açısından pratiklerle yoğrulan bir demokrasi deneyimi olduğunu ifade eden Beşiktepe, Porto Allegre Belediye sözcülerinin bu modeli şöyle anlattıklarını aktardı: “Katılımcı bütçe modeli, her sene mart ayından başlayan ve dört aşmada tamamlanan bir süreç içerisinde kentin harcama ve vergi gelirlerini demokratik ve şeffaf bir biçimde denetime tabi tutuyor. Bütçe hazırlanırken, önce 16 ayrı bölgede toplantılar düzenleniyor. Herkese açık bu toplantılara toplam 50 bin kişi katılıyor.”
Bunun, yolsuzlukların artarak sürdüğü Türkiye merkezi ve yerel yönetim sistemine çok yabancı bir deneyim olduğunu da ifade eden Beşiktepe, belediye sözcülerinin, doğrudan demokrasiye dayanan modelin kente katkısının da büyük olduğunu; kentte okur-yazar oranı yüzde 98, temiz su kullanımı yüzde 99.5, kanalizasyon şebekesine ulaşımın ise yüzde 84 düzeyinde olduğunu açıkladıklarını söyledi. Beşiktepe, "Demokrasiye yeni temeller ve daha geniş alanlar sağlamanın, halkın doğrudan katılımının olduğu, halkın istekleri ve taleplerinin esas olduğu ve her şeye halkın karar verdiği bir yönetim anlayışından geçtiğini Porto Allegro deneyimi gözler önüne seriyor" diye ekledi.
ALTERNATİF: DEMOKRATİK ÖZERKLİK
Kent yönetiminde devlete ihtiyaç duymadan denenecek yöntemlerin, sorunların çözümünde kolaylık sağlayacağına vurgu yapan Beşiktepe, halkın özyönetim geleneğinin insanlık tarihindeki köklerinin, “komün” geleneğine dayandığını, komünlerin tarihinin, modern devletin ortaya çıkışından çok daha eski olduğunu hatırlattı.
Demokrasinin de gerçek anlamıyla, komünlerde yeşermiş ve yaşama geçirilmiş olduğunu dile getiren Beşiktepe, şunları kaydetti:
"Komünler, yerel toplulukların kendilerini doğrudan demokrasi anlayışıyla yönettiği, kadın ve erkek eşitliğinin olduğu, ekolojinin, dayanışma ve paylaşımın esas alındığı, devlet dışı bir örgütlenme alanıdır. İnsan toplumun en ilk çekirdeği Komün, nasıl ki kendisini Atina sitelerinde devlet olarak üretmişse Ortaçağ kentlerinde de kendisini yeniden üretmeyi sürdürecekti. Kent yönetimini temsil eden kişinin 'Başkan' olarak değil, 'Barış Elçisi' olarak tanımlanması, 'Kent havası, insanı özgür kılar' sözü bu döneme aittir. Paris Komünü, demokrasinin derinleşmesi açısından geleceğin toplumunun işaret fişeklerini yakmıştır. Doğrudan demokrasinin tarihsel bir biçimi olan Paris Komünü yeni tipte bir halk örgütlenmesiydi.
Bu örgütlenme aynı zamanda devrimci ve demokratik halk iktidarının kuruluşunun tarihsel bir adımıydı. Belirli bir geçiş dönemine denk düşen bu halk örgütlenmesi, kapitalist devletin sömürücü, baskıcı ve bürokratik baskı aygıtını ortadan kaldırıp atmış, onun yerine toplumun eşit ve özgür gelişmesinin yolunu açan, doğrudan demokrasinin gelişmesinin koşullarını yaratan demokratik bir mekanizma koymuştu. Sonraki tarihsel ve toplumsal süreçte daha da gelişecek olan bu mekanizma, Komün tipi örgütlenme ve demokrasi modeliydi."
Beşiktepe, "demokrasinin derinleşmiş biçimi, devletin sönümlenme anıdır" tanımını yaparak, halkın özyönetiminde sınıfsal ve cinsel eşitsizliklerin aşılması, toplumun özgür kurtuluşu ve ekolojik yaşamın açığa çıkışının bulunduğunu belirtti.
Beşiktepe, "Türkiye’de demokrasi adı altında oynanan oyunları boşa çıkarmanın, temel toplumsal sorunları çözüme kavuşturmanın yolu: ister temsili demokrasinin doğrudan demokrasiyle buluşturulması olarak, isterse doğrudan demokrasiyle aşılması olarak anlaşılsın, sonuçta temsili demokrasinin yol açtığı krizinin bir şekilde aşılmasıdır. Kriz, demokrasi mücadelesinin derinleştirilmesi ve halkın özyönetim alanının genişletilmesiyle aşılabilir. Demokratik Özerklik mevcut devlet örgütlenmesine alternatif yeni bir örgütlenmeye, halkın örgütlü katılımına ve demokratik denetimine işaret etmektedir" diye konuştu.
'KADININ YER ALMADIĞI YÖNETİMDEN KADINA YÖNELİK PROGRAM ÇIKMAZ'
HDK Genel Meclis Üyesi Beşiktepe, alternatif projeleri arasında, kadın emeğini görünür kılmanın da olduğunu ifade ederek, kadınların yüz yüze bulunduğu ayırımcılığa karşı güçlendirilmeleri amacıyla, eğitimi yarıda kalmış kadınların eğitimlerini tamamlamaları için destek verilerek, işe alımlarda öncelik tanınmasını savunacaklarını kaydetti. Kent yönetimlerinde yer alan kadınların sayılarının çok az olduğuna dikkati çeken Beşiktepe, "Önümüzdeki yerel seçimlerdeki kadın adayların durumu da aynı. Kadınların yer almadığı kent yönetimlerinden kadınlara yönelik bir programın olması da mümkün değil" dedi.
Erkek şiddetine maruz kalanlar için yaşamlarını insanca sürdürebilecekleri kadın evleri, erkek şiddetinden uzak insanca bir yaşam için sosyal yardım ve danışma kurumları oluşturulmasının da gündemlerinde olduğuna değinen Beşiktepe, şöyle devam etti: "Her mahallede kadınlar tarafından yönetilen ve denetlenen; 24 saat çalışan, kadınların kürtaj, doğum kontrolü dahil, bütün sağlık sorunlarına ilişkin hizmet ve danışma merkezlerinin, cinsel şiddete maruz kalan kadınlar için kadın sığınma evleri ve danışma merkezlerinin, kadın ve çocukların ihtiyaçlarını da gözeten spor tesislerinin, kadınların bir araya gelebilecekleri kadın kültür evlerinin kurulmasını, 24 saat hizmet veren yuva, kreş ve çocuk bakım merkezlerinin, okullu çocuklar için etütlerin yapılacağı mekanların kurulmasını, Yoksul ve kimsesiz kadınlar için ücretsiz yemekhanelerin kurulmasını, Kadınların gece sokağa çıkabilmeleri için bütün sokaklarda tam aydınlatmanın yapılmasını sağlamalıyız."
'GENÇLİK VE ÇOCUK MECLİSLERİ'
Yine çocuk ve gençler için de sportif, kültürel, sanatsal yeteneklerini geliştirecekleri ve ücretsiz yararlanacakları spor merkezlerinin, kültürel mekanların kurulmasını hedefleyeceklerini söyleyen Beşiktepe, şunları ekledi: "Okul öncesi çocukların da yararlanabilecekleri kütüphanelerin, kreşler açılarak; ebeveynlerinin bakamadığı, yaşamlarını kendi başlarına devam ettirmek zorunda kalan çocukların bakım ve eğitimi için kurumlar oluşturulmasını; çocukların aile içi şiddete karşı korunması için çocuk koruma ve bakım merkezleri kurulmasını, çocukların yararlanacakları parklar, güvenli oyun alanları ve mekanların yapılmasını, gençlik ve çocuk meclislerinin oluşturularak tartışma ortamlarının geliştirilmesi ve kararlara katılımını savunmalıyız."
Beşiktepe, son olarak, Türkiye’nin tüm halklarını halkların tarihsel kültürel mirasına sahip çıkan demokratik kent yönetimlerini birlikte kurmaya davet ettiklerini ve seçilenleri 'geri çağırma hakkı'nın kullanılacağı bir kent yönetimini savunduklarını duyurdu.