Meraklı okurun işlerine gelmeden önce, merakının nesnesi yazara bir bakalım. Yirminci asra damgasını vurmuş, Amerikan-Rus romancı Vladimir Nabokov, çağdaşlarının çoğu gibi devrimlerin, savaşların, dünyayı topyekûn değiştiren çalkantıların içinden geçerek yaşadı. Bir yüzyılın sonunda, 1899’da doğmuştu. Birinci Dünya Savaşı ve Bolşevik Devrimi’nin girdabına hızla kapılan çarlık başkenti St. Petersburg’da büyüdü. Tarihin sonunun geldiğine, artık hiçbir şeyin değişmeyeceğine inanan aristokrat sınıfın bir mensubu olarak, altındaki zeminin yıkıldığını, çevresinde yepyeni bir dünya kurulduğunu gördü.
Bu yeni dünya artık onun yurdu değildi. Hayatının ilk yarısı kaçarak geçti. Önce evini, şehrini, büyük Rus romanlarının içinden akıp giden o büyülü Neva Irmağı’nı ardında bıraktı. Ardından ailecek sığındıkları Sivastopol’u… Cambridge’de eğitim görmesinin ardından Berlin’e yerleşecek ama birkaç yıl sonra Naziler’den kaçarak Paris’e gidecekti. Nihayet işgal Fransası’nı da bırakıp soluğu yeni dünyada, ABD’de alacaktı.
Bu sadece bir kaçma kovalama hikâyesi değil. Yazarın seçmeye zorlandığı trajik bir macera. Nabokov, süregiden göçebelik günlerinde birbiri ardına eserlerini yayımlar, edebiyat dünyasında tanınmaya başlarken, liberal bir siyasetçi olan babası Berlin’de vurulur; kardeşi Sergey Nazi toplama kampında can verir, anayurdu Rusya’daki tanıdıkları Gulaglar’a gönderilir.
Nabokov’u az buçuk tanıyan her okur bu hikâyenin en azından göçebelik kısmından haberdar. Bir de Nabokov oburları var. Konuş, Hafıza isimli müthiş otobiyografisini okuyanlar, yazarın vurulup ölmüş babasına son defa nasıl baktığını, Yahudi karısı Vera’yla Berlin’de yaşadığı endişeleri, eşcinsel kardeşi Sergey’e çok da iyi davranmadığından içinin rahat olmadığını bilir. Her şeyin üstündeyse şu genel kanaat asılı durur: Dünyalı bir yazardır Nabokov, kozmopolitandır; kibar, etkileyici, karizmatiktir ve eserleri, dünya tarihinin, özellikle yirminci yüzyılda getirip insanlığın omzuna bıraktığı o zalim yükten azadedir. Tüm yaşadıklarına, insanlık dramının hemen her sahnesine, belli bir mesafeden de olsa şahitlik etmesine karşın, Nabokov’un kendisi bu kanaatin altını bizzat çizmiştir. O, roman kahramanlarına tarihin akışından bağımsız bir dünya kurduğunda ısrar eder. Kimi eleştirmenlerin bu hali “kaçış edebiyatı” diye tanımlamasını önemsemez.
Edebiyat dedektifi iş başında
Şimdi gelelim, yazarının görünenden farklı olduğuna inanan meraklı okura… Bu okur, yani ABD’li gazeteci yazar, Nabokov araştırmacısı Andrea Pitzer, yazara atfedilen “dünyadışılık” argümanına, “çağın acılarını görmezden gelme” ithamına kulak asmadan, sıradışı bir kitap kaleme aldı:Vladimir Nabokov-Yazarın Gizli Tarihi. Pitzer, uzun soluklu bir araştırmaya dayanan kitabında en sadık Nabokov okurunu dahi kitapları yeniden karıştırmaya itecek iddialı sorular sıraladı:
“Ya ‘Lolita’, Humbert Humbert’ın on iki yaşındaki bir cinsel tacizinin yanı sıra, küresel Yahudi düşmanlığının da hikâyesi ise? Ya Solgun Ateş, Rus Gulag’ının ölülerine yazılmış bir aşk mektubuysa? Ya Nabokov’un kırk yıl boyunca yazdığı eserlerde, onun dünyasını mahveden hapishanelere ve kamplara direnenler için düzülmüş bir ağıt varsa?”
Pitzer’in çalışması, Nabokov’un eserlerinde saklı tarihi gerçekleri gün ışığına çıkarmak için yazılmış, kurgu dışı bir edebiyat dedektifliğinin hikâyesi. Ama siz onu daha farklı bir gözle de okuyabilirsiniz. Çünkü Vladimir Nabokov-Yazarın Gizli Tarihi, bir anlamda, yazarına inanmış bir okurun, ondan daha fazlasını talep etmesinin hikâyesi. Becerikli Nabokov çevirmeni Yiğit Yavuz’un temiz ve akıcı Türkçesinin de katkısıyla çok rahat okunan kitapta Pitzer, “ebedi göçmen” Nabokov’un hayatı boyunca geçtiği tarihi ve coğrafi durakları yeni baştan katederek, yazarın buralardan devşirdiği gerçek parçacıklarının izini sürüyor.
Nabokov’u anlamadık mı?
Nasıl mı yapıyor? Yazar, herhangi bir eserini kaleme aldığı sırada hangi gazete haberlerini okumuş olacağını araştırıp kahramanlarıyla bağlantısını kuruyor. Nabokov’un geçtiği sokakları, meydanları yeniden arşınlıyor. Kitapları hücrelerine ayırarak yazarın şifrelerini kırmaya çalışıyor. Örneğin Solgun Ateş’i gerçekten anlayabilmek için Rusların, Avrupa’nın en kuzeydoğu noktasındaki Nova Zembla Adası’nda gerçekleştirdiği nükleer denemeleri bilmek gerektiğini söylüyor Pitzer. Solgun Ateş’in bu faaliyetten sonra yazılmış siyasi göndermelerle dolu bir roman olduğunu ama bunun ıskalandığını anlatıyor. Tıpkı Lolita, Pnin ve diğer Nabokov eserlerindeki “sevimsiz” hatta “iğrenç” bulunan kahramanların soykırımların, toplama kamplarının, savaşların ürünü olmasının ıskalandığı gibi…
Tıpkı, Nabokov’un, toplama kampında ölen kendi öz kardeşi Sergey’in hayatını ıskaladığı, sonra da pişmanlığını edebiyatta ona yeni bir dünya kurararak yansıttığı gibi…
Büyük romanlar büyük masallardır
Solgun Ateş’in anlatıcısı melodramatik ve benmerkezcidir; ona genellikle kitabın kötü adamı gözüyle bakılır. Sergey’in bire bir yansıması değildir; ama romandaki varlığı, hikâyenin bütününü değerlendirmeden yargıya varan okurlara yönelik bir azar olduğu gibi, ayrıca Nabokov’un kendi kardeşine göstermeyi isteyip de başaramadığı hoşgörü için özür niteliğindedir. Nabokov, Konuş, Hafıza’da Sergey’i anarken “Hayatı boyunca, umutsuzca bir şeyi talep etti -merhamet, anlayış, ya da her ne idiyse- şimdi bu isteğin farkına varmak, artık hiçbir şeyi değiştirmez ve telafi etmez” diye yazar.
Nabokov, Solgun Ateş’in yayımlanmasından yıllar sonra, otobiyografisini ‘Sergey’in hayatından ayrıntılar içerecek şekilde gözden geçirmekle, en yenilikçi kitabına dair yeni bir kavrayışın ortaya çıkmasına imkân tanıdı. Nabokov derslerinde, “Büyük romanlar büyük masallardır” demişti. İnfaza Çağrı’nın celladı da “İnsanlar ancak masallarda hapisten kaçar” demektedir. Dolayısıyla Nabokov, frapan tavırlı müteveffa kardeşinden yola çıkarak yarattığı sorunlu karakterin, kamplarla dolu bir kıtadan kaçabildiği bir masal kurgulamıştır. Yeniden dünyaya gelen kardeş, Amerika’ya paraşütle inebilir, çektiği acılara dair şikâyetlerini dile getirmek yerine, dehşetin yerine koyduğu çılgınca fantezilerle ve şiirle avunabilirdi; sanki (dört ay ya da yirmi yıl gecikmiş olarak) onun günlüğünü yeniden okuyup, kurduğu hayalleri ortaya çıkarmak mümkünmüş gibi. Solgun Ateş kısmen Gulag kurbanlarına bir ağıt, kısmen de Nabokov’un kendi hayatındaki ölülere adanmış bir anıt olarak ışıldamaktadır.
Andrea Pitzer
Çeviren: Yiğit Yavuz
İletişim Yayınları
2014, 488 sayfa, 30,5 TL.
Ağabeyinin soluk bir kopyası olan çocuğun görkemli hikâyesi
İyi yazılmış bir makale, uzun da olsa, kendini bir çırpıda okutur. Daha da iyi bir makaleyse, okuru için yeni bir dünya kurar, hatta bağrından bir roman çıkartır. Amerikan yazar Paul Russell, internet sitesi Salon’da, Lev Grossman imzalı “The Gay Nabokov” isimli makaleyi okuduğunda elleri kaşınmaya başladı. Dev yazar Vladimir Nabokov’u en iyi bilenlerin bile es geçtiği bir figürün, yıllardır hiç dokunulmadan öylece ortada durduğunu fark etmişti. Vladimir’in bir yaş küçük kardeşi Sergey Nabokov, tüm karmaşası, çelişkileri, uçukluğu ve trajedisiyle yazılmayı bekliyordu.
Her şeyden evvel yazarın elinde verimli bir çatışma var. Hayatı boyunca fazla yetenekli ağabeyinin gölgesinde kalması beklenen, tutarsız, özgüvensiz bir kardeş… Henüz çocukken bile “yadırganacak kadar neşesiz” miyop, sakar, müzmin solak ve kekeme. Anne ve babasının gözünde ağabeyinin soluk bir kopyası…
Başyapıta dipnot
Nabokov, Lolita’da “İnsan hayatı, uçsuz bucaksız, muğlak, tamamlanmamış bir başyapıta düşülmüş bir dizi dipnottur” diye yazmıştı. Sergey’in hayatı işte, herkesin gözünde, ağabeyinin başyapıt görkemindeki hikâyesine dipnot. Yetenekli, karizmatik, cazip Vladimir, Sergey’in dünyasının merkezinde, çocukluğunda da yetişkinliğinde de bir anıt gibi duruyor. Vladimir kendisiyle dopdolu, Sergey’i umursamıyor. Kenara itiyor.
Bu yaşam örgüsünden, Habil’le Kabil’den beri hep trajik bir ikinci oğul, bir türlü ödeşemeyen kardeşler hikâyesi çıkması beklenir. Ya da “Beklenirdi” diyelim. Sergey, sınırları zorlayıp kendi yoluna giderek sıradışı bir yaşam sürmeyi seçmiş olmasaydı…
Eşcinseldi Sergey… Cinsel yönelimini henüz ortaokulda keşfetmiş ve bundan utanmamıştı. Ağabeyinin bu haberi babasına sızdırmasına, ailesinin onu “tedaviye” zorlamasına kulak asmadan, cesaretini her gün biledi. Kendine, içinde ağabeyinin gölgesinin yer almadığı renkli ve özel bir hayat kurdu. Bolşevik Devrimi sonrasında kaçıp gittiği Avrupa’da, Jean Cocteau’ların, Gertrude Stein’ların, Sergey Diaghilev’lerin yamacında, onu kafasında asla bir yere oturtamayan ağabeyinden olabildiğince uzak bir kelebek ömrü yaşadı. Berlin’de çalışma arkadaşlarının önünde Nazi yönetimi hakkında atıp tutunca bir toplama kampında sonlanan bir ömür…
Uçmaya devam ettim
Vladimir Nabokov’un Solgun Ateş’inden dizeler aşırarak (Çeviren Yiğit Yavuz) tarif edebileceğimiz türden bir ömür: “Ölen ipekkuyruk kuşunun gölgesiydim ben / Pencere camının sahte mavisiydi kuşu katleden / Ben işte o kül rengi tüylerin lekesiydim / Yansıyan gökte yaşamaya, uçmaya devam ettim.”
Paul Russell
Çeviren: Volkan Atmaca
Everest Yayınları
2014, 407 sayfa, 24 TL.