Ulus-devlet, modern zamanların en etkili siyasal icatlarından biridir. Ancak bu icat, en başından itibaren bir çelişkiyle maluldür: Birlik ve bütünlük adına çoğulluğu bastırmak. Resmî tarihler, resmî diller, resmî kimlikler, ulus-devletin mühendisliğinde yerleşik gerçeklikler olarak sunulurken; dışarıda bırakılanlar -yani azınlıklar, yereller, ötekiler-sessizliğe mahkûm edilir. Bu sessizlik, sadece susturma değil, bir tür yok sayma, tarihsizlik, yurtsuzluk ve yurttaşsızlık halidir.
Ancak zaman, bu sessizliği taşıyamaz hale geldi. Modern ulus-devletin tekçi kimlik anlatısı, artık çok kimlikli toplumsal gerçekliğe dar geliyor. Devletin ideolojik haritası ile halkların hafızası çakışmıyor. Çünkü kimlik, merkezden dağıtılan bir rol değil; tarihin, coğrafyanın, hafızanın ve acının ortak kesişiminden doğar. Kimlikler, tanınmayı değil; tanınmamışlıkla yoğrulmuş bir tarihsel direnci temsil eder. Bu yüzden azınlık olmak, sadece azlıkta kalmak değil; merkezi görme biçimine karşı bir varoluş biçimi geliştirmektir.
Bugün Ortadoğu’nun ve daha geniş bir çerçevede dünyanın siyasal haritası yeniden çiziliyor. Bu yeni haritada sınırlar değil; sesler, etkileşimler ve karşılaşmalar belirleyici hale geliyor. Ulus-devletin duvarlarını zorlayan bu çok sesli çoğulluk, yalnızca sosyolojik bir gerçeklik değil; aynı zamanda ahlaki bir zorunluluktur.
Bağımsızlık talepleri, kültürel özerklik arayışları ve farklı aidiyet biçimleri artık bir “sapma” olarak değil, birer siyasal meşruiyet kaynağı olarak okunmalıdır. Çünkü her halk, kendi acısını anlatma, kendi tarihini yazma, kendi kimliğini kurma hakkına sahiptir. Bu hak, devletten dilenen bir lütuf değil; insan olmanın varoluşsal zemini olarak tanınmalıdır.
Ulus-devletin yeni yüzü, bu talepleri bastıran değil, bu çoğulluğu taşıyan bir forma evrilmelidir. Aksi takdirde ulus-devletin kendisi, bir beden olmaktan çıkıp, kendi gölgesini yutan bir hayalete dönüşür. Bütünlük artık tekliğin zorbalığında değil; farklılıkların yan yana var olabildiği bir çoğulluk ahlakında aranmalıdır.
Bu bağlamda azınlık milliyetçiliği, hâkim ulusçuluğa karşı bir "parçalanma" arzusu değil; bütünlüğün yeni bir inşasıdır. Bu inşa, yerelden doğan, hafızaya yaslanan, gönüllülüğe dayanan bir siyasal tahayyüldür. Bu tahayyül, sadece geçmişle değil; gelecekle de konuşur. Yeni yurttaşlık biçimlerini, yatay dayanışma modellerini, kimliğin çoğulluğuna dayalı anayasal çerçeveleri mümkün kılar.
Bugün bir ulus-devleti tanımlamak, artık sadece bir sınır çizgisiyle değil; o çizgilerin ötesindeki kimliklerle, aidiyetlerle, sessizliklerle hesaplaşmakla mümkündür. Ulus-devlet, ya bu çoğulluğu tanıyacak ve dönüşecek, ya da içinden gelen seslerle çatlayarak parçalanacaktır. Çünkü modern çağın gerçeği şudur: Bastırılmış her kimlik, bir gün geri döner ve bu dönüş, sadece politik değil, ontolojiktir.
Dolayısıyla, ulus-devletin yeni yüzü, bastırılmış hafızaları tanımadan inşa edilemez. Birlik, unutturmakla değil; hatırlamakla mümkündür. Hafızayı tanımak, yalnızca geçmişe dönmek değil; geleceği kurarken adil bir zemin oluşturmaktır. Çünkü hafızasız bir gelecek, adaletsizliğin tekrarından başka bir şey değildir.