ERSİN TEK/YAZDI
Yazar Ersin Tek 'Gençliğin Şiddetle İmtihanı' adlı yazısını okuyucuları için yayınladı.
ERSİN TEK'İN YAZISI ŞÖYLE:
Sokaklarda, metrobüste, okulda, evde, her yerde yankılanan her öfke sesi, aslında içimizde susturduğumuz bir çığlığın yankısıdır. Şiddet, sadece fiziksel bir yıkım değil, insanın kendi özüne, değerine ve diğerine karşı işlediği bir yabancılaşmadır. Bu çağın en büyük kırılmalarından biri, insanın öfkeyi anlamadan ve dönüştürmeden ona teslim olmasıdır. Hele ki bu teslimiyet, gençliğin sinesinde mayalanıyorsa, orada sadece bireysel kayıplar değil, toplumsal çöküşler de başlar.
Sosyolog Zygmunt Bauman, “Modernite ve Holocaust” adlı eserinde modern toplumun şiddeti sistematikleştirme kapasitesini işlerken, şiddetin sadece bir davranış değil, bir düşünüş biçimi olduğunu anlatır. Gençlerin şiddetle kurduğu ilişki de çoğu zaman bireysel bir dürtüden değil, sistemin dayattığı bir çıkışsızlıktan doğar. Şiddet, görünüşte bir sonuçtur; ancak onun ardında, uzun süredir sessiz kalan birçok nedensellik yatar: Ailede bastırılan duygular, okulda yok sayılan kimlikler, medyada yüceltilen saldırganlık, dijital oyunlarda ödüllendirilen yıkım…
Bugünün gençleri bir kuşatma altındadır; ama bu kuşatma tanklarla değil, imgelerle yürütülmektedir. Mafya dizilerinin meşrulaştırdığı intikam arzusu, savaş oyunlarının estetize ettiği öldürme sanatı, sosyal medyada viral hale gelen kavga görüntüleri… Hannah Arendt’in dediği gibi, “Şiddet asla yaratıcı değildir. O, her zaman yıkıcıdır.” Oysa gençlik, yaratmanın çağındadır. Düşüncenin, duygunun, benliğin ve toplumun yeniden inşasına en yakın dönemdir. Bu dönemde öfkenin kontrol altına alınamaması, yaratıcılığın potansiyelini de boğar.
Gençliği sadece “gelecek” olarak görmek, onu bugünün sorunlarının dışında bir soyut kategoriye hapsetmek demektir. Oysa gençlik ‘şimdi’dir; yaşayan, düşünen, hisseden ve dönüşebilen bir canlı organizmadır. Bu yüzden şiddeti yalnızca polisiye önlemlerle değil, felsefi bir bilinçle, ahlaki bir farkındalıkla ve toplumsal bir sorumlulukla aşabiliriz. Michel Foucault, iktidarın birey üzerinde nasıl içselleştiğini anlatırken, gençliğin de kendi içindeki iktidar kurgularına karşı uyanık olması gerektiğini söyler gibidir. Çünkü bazen şiddet, yalnızca fiziksel bir saldırı değil; kimliğe, hayale, fikre yönelmiş bir yok etme biçimidir.
Evet, gençlerin öfkesini anlamalıyız. Ama onu anlamak, onu meşrulaştırmak değildir. Aksine, onu dile getirilebilir ve dönüştürülebilir kılmaktır. Duygusal eğitimin olmadığı, empatiye yer verilmeyen bir dünyada her birey, kendi duvarları arasında sıkışır. O duvarların ardında ise çoğu zaman yalnızlık, değersizlik ve inkâr vardır. Şiddet, işte bu duvarların sessizliğinde filizlenir.
Peki ne yapmalı?
Her şeyden önce, gençliğe anlatmak değil, onunla konuşmak gerekir. Onu yargılamak değil, dinlemek… Çünkü birey, duyulduğu kadar insandır. Gençliğin öfkesinin altındaki sesi işitmeden, onun davranışlarına hükmetmek yalnızca otoriter bir çözüm yanılsamasıdır. Bu bağlamda felsefe, gençlik için bir pusula olabilir. Epiktetos’un “Bizi inciten şeyler değil, onlar hakkında düşündüklerimizdir” sözü, duygunun nasıldönüştürülebileceğine dair temel bir başlangıçtır.
Sosyolojik açıdan bakıldığında, şiddet yalnızca bireysel bir tepki değil, kimi zaman toplumsal koşullara verilmiş bir yanıttır. Genç bir birey, doğrudan farkında olmasa bile, çevresindeki sistemin kendisini yeterince anlamadığını ya da dışladığını hissedebilir. Bu hissiyat, yalnızca kişisel sorunlarla değil, aynı zamanda toplumsal ilişkiler ağıyla da şekillenir. Bu yüzden gençlere yönelik şiddetle mücadelede bireysel eğitim kadar; aile içi iletişim, medya dili, okul ortamı ve sosyal destek mekanizmalarının birlikte ele alınması gerekir. Zira kalıcı çözümler, yalnızca bireyde değil, bireyin yetiştiği zeminde de köklü iyileştirmeleri gerekli kılar.
Hiç kuşkusuz, bireyin kişiliği yalnızca okulda ya da sokakta değil, en temelde evin duvarları arasında şekillenir. Aile, çocuğun dünyayı ilk kez tanıdığı yerdir; sevgi, güven, sınır ve değer kavramları burada kök salar ya da zayıf kalır. Dolayısıyla gençlerdeki öfkenin ya da şiddet eğiliminin yalnızca dışsal faktörlerle açıklanması eksik bir okumadır. Ebeveynin bilinçli ya da farkında olmadan kurduğu iletişim dili, gösterdiği ya da gösteremediği ilgi, çocuğun iç dünyasında derin izler bırakır. Ancak burada suçlayıcı bir bakış açısına değil, dönüştürücü bir anlayışa ihtiyaç vardır. Aileyi yalnızca denetleyen değil, aynı zamanda destekleyen toplumsal mekanizmalar geliştirilmedikçe, gençliği eğitmek salt bireye yüklenmiş bir sorumluluk olarak kalacaktır.
Son olarak gençlere seslenelim:
Sizler birer birey olarak toplumun kaderinde söz sahibisiniz. Gemisini kurtaran kaptan değil, yelkenini birlikte açan yol arkadaşları olun. Kendi içinizdeki karanlığı inkâr etmeyin ama ona teslim de olmayın. Şiddet, zayıfın değil; duygularını tanımayanın, onu ifade edemeyenin dilidir. Hakikat ise ancak sözle, fikirle, nezaketle yeşerir.
Nietzsche, “İnsanın en derin çelişkisi, hem bir kaosa bakması hem de o kaosa düşmemek için mücadele etmesidir” der. Gençlik, o kaosun kıyısında duran ama oradan yıldızlara yol alabilecek yegâne kudrettir. Yeter ki gözlerinizi öfkenin değil, umudun içine çevirmeyi öğrenin..
Güncelleme Tarihi: 01 Haziran 2025, 13:24