Gözün Göremediğini Gören Kalp

Gözün Göremediğini Gören Kalp

ERSİN TEK / EĞİTİMCİ - YAZAR

Ersin Tek 'Gözün Göremediğini Gören Kalp' adlı yazısını okuyucuları için yayımladı.

Ersin Tek'in yazısı şöyle:

“Gerçek keşif yolculuğu, yeni manzaralar aramakta değil; yeni gözlere sahip olmakta yatar.” diyordu Marcel Proust.

Proust’un bu ifadesi, yeni bir bakış açısına sahip olmanın, gerçeği kavrayabilmek için yalnızca görsel deneyime değil, tüm duyulara—sezgi, tat, dokunma, koku, işitme ve görme—başvurmayı gerektirdiğini ima eder.

Altıncı hissimiz olan sezgi, bedenimizin ve zihnimizin, yalnızca deneysel kanıta (gözlem ya da deneyim) ya da analitik muhakemeye (teori veya mantık) başvurmadan da doğru kararlar alabilmesini sağlayan içsel bir yetidir. Yakın zamana kadar geçmiş deneyime ve mantıksal akıl yürütmeye, yani diğer beş duyuya dayalı bilgiye öncelik verilmişti.

Oysa insan, çoğu zaman görmeden inanmaz. Gözle görülmeyeni gerçek saymaz; elinde tutamadığını yok kabul eder. Oysa görmenin ötesinde başka bir bilme biçimi daha vardır: sezmek. İçimize doğan o sessiz dalga; bazen bir bakıştan, bazen bir suskunluktan, hatta yalnızca bir boşluktan anlam çıkarır.

Ben, insanların yüzüne baktığımda yalnızca gözlerini görmem; söylenmemiş cümleleri, bastırılmış duyguları, titreyen bir kararsızlığı da duyarım. Kalbimin bir kulağı var gibidir; fısıltıları yakalar, iç dünyanın kırık aynalarında yansıyan gerçekleri okur. Göz aldanabilir, görmek yanıltıcı olabilir; ama his, öz’ü kavrar. Derinlerdeki titreşimleri sezebilmek, yalnızca fiziksel algıyla açıklanamayacak bir bilgeliği barındırır. Belki de bu yüzden bazı hakikatleri gözümüzle değil, ruhumuzla görürüz.

Bu düşünce yalnızca kişisel bir hissiyat değil, aynı zamanda felsefi bir temele de sahiptir. Edmund Husserl’in fenomenolojisi, bu bağlamda güçlü bir dayanak sunar. Husserl’e göre bilginin kaynağı yalnızca nesnel dünya ya da duyu verileri değildir; aksine, özne ile nesne arasındaki bilinç ilişkisi belirleyicidir. “Şeylerin kendisine dönmek” çağrısıyla Husserl, göründüğü biçimiyle deneyimlenen varlığı merkeze alır. Böylece görmek, yalnızca fiziksel bir işlem değil, bilinçli bir yönelmedir.

İşte tam da bu noktada sezgi devreye girer. Sezgi, Husserl’in düşüncesinde bir nesnenin bilinçte doğrudan ve açık bir şekilde belirmesidir. Bu anlamda sezgisel bilgi yalnızca “içgüdüsel” bir duygu değil, bilinçli bir görünün ifadesidir. İnsan, yalnızca gözleriyle değil; yönelmiş bilinciyle, yani tüm varoluşuyla “görür”.

Modern insan ise bu bilinçli görüyü ihmal eder. Duyu verilerine saplantılı bir şekilde bağlı yaşar; yalnızca bilimsel olanı, ölçülebileni kabul eder. “Gözlem olmadan bilgi olmaz” der. Oysa göz her şeyi görmez; hatta çoğu zaman görmek istediklerini dayatır. Bu da gerçeğin üzerini örten bir yanılsamaya dönüşür.

Bir yüz düşünelim: Neşeyle gülümseyen ama gözlerinde belli belirsiz bir yorgunluk taşıyan... Kalabalıklar o yüzü “mutlu” olarak yorumlar, çünkü öyle görünüyordur. Ancak derin bir sezgiye sahip biri, o gülümsemenin ardındaki ince çatlağı fark eder. Birkaç kelimeyle söylenmemiş acıları duyabilir. İşte o an, gözün değil, gönlün görüsü devreye girer.

Sezgi yalnızca bireysel bir yetenek değil; aynı zamanda insanın varoluşsal derinliğidir. Empati, anlayış, sezme gibi duygular, görünmeyeni anlamlandırmanın yollarıdır. Bu yüzden sezgi, bilgiye giden başka bir yoldur: daha sessiz, ama belki de daha sahici bir yol.

Husserl’in fenomenolojik yöntemi, bize gösterir ki, nesnelerin görünüşlerinin ardındaki anlam, ancak bilinçli bir fark ediş ve yönelmiş dikkatle açığa çıkar. Göz yalnızca formu yakalar; ama bilinç özü duyar. Gönül ise zihnin unuttuğu yeri hatırlar.

İç sesimiz, dış dünyanın gürültüsünden daha doğru olabilir. Çünkü orada maskeler yoktur; orada söylenen değil, hissedilen konuşur. Bazen bir insanı gerçekten anlamak, onun söylediklerine değil, sustuklarına kulak vermeyi gerektirir.

Egonun penceresinden baktığımız dünyada, sezgi çoğu zaman gölgede kalır. Oysa sezgi, kendimizde neyi değiştirmemiz gerektiğine dair ipuçları sunar. Her gün sezgimizi dinlemeyi ve ona göre hareket etmeyi deneyimlemek, yüksek performanslı bir atlet gibi, bu yetimizi geliştirmemizi sağlar.

Daha derin bir düzlemde sezgi, bize “doğru” hissettiren seçimleri yapma konusunda içsel bir rehberlik sunar. Bu seçimler, bizi kişisel olarak en huzurlu, neşeli, otantik yaşam biçimine ve amaca ulaştırabilir.

Albert Einstein’ın dediği gibi: “Sezgisel zihin kutsal bir armağandır; rasyonel zihin ise sadık bir hizmetkâr. Biz, hizmetkârı onurlandırıp armağanı unutan bir toplum yarattık.”

Sezgisel bilginin yalnızca doğuştan gelen bir armağan değil; aynı zamanda geliştirilebilen bir yeti olduğunu fark ettiğimde, karşılaştığım engellerin büyük kısmının kendi iç sesimi bastırmamdan kaynaklandığını anladım.

Sonuç olarak, hakikat yalnızca dışarıda değil; içeride de yaşar. Gözle görülen zihni ikna eder; ama hissedilen ruhu dönüştürür. Belki de gerçek bilgelik, gözün göremediğini görebilen kalplerde başlar.

Güncelleme Tarihi: 07 Mayıs 2025, 10:55
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER