İran-İsrail Savaşı: Egemenlik, Caydırıcılık ve Güç Tiyatrosu...

İran-İsrail Savaşı: Egemenlik, Caydırıcılık ve Güç Tiyatrosu...

ERSİN TEK/YAZDI

Yazar Ersin Tek 'İran-İsrail Savaşı: Egemenlik, Caydırıcılık ve Güç Tiyatrosu...' adlı yazısını okuyucuları için yayınladı.

ERSİN TEK'İN YENİ YAZISI ŞÖYLE:

İsrail’in saldırısı, klasik realizmin merkezindeki temel ilkeye işaret ediyor: güvenlik ikilemi. Devletler, kendi güvenliklerini sağlama çabası içinde, diğer devletler için tehdit oluşturabilecek hamleler yaparlar. Bu durum, özellikle nükleer silahların söz konusu olduğu bölgelerde, yalnızca caydırıcılığı değil, potansiyel bir önleyici savaş stratejisini de devreye sokar.

İsrail’in açılış saldırısı’ vurgusu, çatışmanın tek seferlik bir misilleme olmadığını, planlı bir stratejik sürecin parçası olduğunu gösteriyor. Bu ise Ortadoğu'daki diğer aktörlerin (özellikle Suudi Arabistan, BAE gibi ülkelerin) pozisyon alma zorunluluğunu beraberinde getiriyor. ABD’nin bölgeden çekilme eğilimi, güç boşluğu yaratırken, bu boşluğu İsrail’in sert güçle doldurmaya çalıştığı söylenebilir. Ancak bu aynı zamanda, ABD’yi istemediği bir savaşın içine sürükleyebilir; çünkü çıkarları doğrudan tehdit edilecek, üsleri ve askerî varlığı hedef hâline gelecektir.

Savaşın gölgesinde yaşam ve ekonomik kırılganlıklar...

Her askeri çatışma, sadece kurumsal düzeyde değil, toplumsal düzeyde de tahribat yaratır. Bu tür çatışmalarda halkların en temel hakları (barınma, beslenme, güvenlik, sağlıksekteye uğrar. İran’ın Basra Körfezi üzerinden petrol üretimini ve taşımacılığını hedef alma kapasitesi, küresel enerji arz zincirini tehlikeye sokar. Bu, doğrudan doğruya dünya ekonomilerini etkileyebilir.

Özellikle enerji bağımlısı ülkeler için bu tür saldırılar, enerji fiyatlarında artış, dolayısıyla enflasyon baskısı, gıda güvenliği sorunları ve küresel ekonomik istikrarsızlık anlamına gelir. 2022’de yaşanan Rusya-Ukrayna savaşı sonrası Avrupa’da görülen enerji krizi, bu senaryonun ne kadar olası olduğunu göstermişti.

Ayrıca, İsrail’in iç kamuoyu açısından da bu saldırılar birlik sağlama stratejisi olarak okunabilir. Ekonomik daralma ve siyasal kutuplaşmalar karşısında dış tehditlerin gündeme alınması, içeride iktidarın meşruiyetini güçlendirmek için kullanılır. İran açısından ise nükleer program artık bir ulusal onur meselesi hâline gelmiştir ve her saldırı, milliyetçi refleksleri daha da keskinleştirebilir.

Güç, meşruiyet ve insani değerler...

Bu çatışmanın etik temelleri, klasik savaş ahlakı tartışmalarını gündeme getiriyor: Bir savaş ne zaman meşrudur? Sivillerin zarar görmesi ne ölçüde göze alınabilir? Caydırıcılık amacıyla yapılan saldırılar ne kadar haklı gösterilebilir?

İsrail’in saldırıları, hem sembolik (Devrim Muhafızları karargâhı) hem de stratejik (nükleer tesisler) hedefleri içermesi bakımından çok katmanlıdır. Ancak burada temel felsefi sorun şudur: Barışı sağlama iddiasıyla başlatılan şiddet, gerçekten barışa mı hizmet eder, yoksa sadece yeni bir şiddet sarmalını mı besler?

İran’ın Kuzey Kore modeliyle hareket etmesi, başka bir felsefi soruyu gündeme getiriyor: Güvenlik için silahlanma mı, yoksa hukuk ve uluslararası normlar mı geçerlidir? Bu, uluslararası toplumun çifte standartlarını da gösterir. Bir devletin güvenlik endişeleri meşru sayılırken, diğerinin benzer endişeleri “tehdit” olarak nitelendiriliyor.

Nietzsche’nin ifadesiyle, modern dünyada “güç isteyenin haklı olduğu” bir etik düzen hâkimdir. Bu düzen içinde, ahlaki gerekçeler çoğu zaman yalnızca gücün ideolojik maskesi olarak işlev görür. Mevcut çatışma, bu çarpık etik düzenin çıplak bir tezahürüdür.

Hafızanın ve travmanın tekrarı...

İran halkı, uzun süredir dış müdahalelerin, ambargoların ve savaşların gölgesinde yaşamaktadır. Bu durum, halkta derin bir kolektif travma yaratmıştır. Aynı şekilde, İsrail toplumu da sürekli bir varoluşsal tehdit algısı içinde büyümektedir. Bu karşılıklı korkular, milliyetçi söylemleri besler ve barış ihtimalini sürekli olarak zayıflatır.

Çatışma, yalnızca bugünü değil, geleceğin siyasal bilinçlerini de şekillendirir. Bugün yaşananlar, yarının kuşaklarında “biz” ve “öteki” ayrımını daha da keskinleştirecektir. Bu ayrım, sadece silahların değil, aynı zamanda kimliklerin ve nefretin de kuşaklar boyunca devralınmasına yol açacaktır.

Savaşı kutsayanlar...

Savaş, sadece patlayan bombaların, yanan şehirlerin ya da silah seslerinin ötesinde bir felakettir; o, insan aklının karardığı, merhametin sustuğu, vicdanın hükmünü yitirdiği bir andır. Savaşın propagandasını yapanlar, çoğu zaman kendileri güvende olan, canı yanmayacak olanlardır; onlar için savaş bir fikir, bir gösteri, bir güç gösterisidir belki. Oysa gerçek savaş, bir çocuğun annesinin cansız bedenine sarılarak uyuduğu bir enkazın soğukluğudur. Modern çağda kullanılan yüksek teknoloji silahlar, yalnızca düşmanı değil, gelecek nesillerin yaşam alanlarını da hedef alır. Radyoaktif serpintiler, tahrip edilmiş doğa, zehirlenmiş nehirler, yok olmuş ekosistemler… 

Savaş, toprağa düşen yalnızca asker değil; bir medeniyetin hafızası, bir halkın umudu, insanlığın ortak vicdanıdır. Bu yüzden savaşın diline hevesle sarılanların, önce bir hastane enkazındaki sessizliği, bir mülteci kampındaki çaresizliği, bir çocuğun gözlerindeki travmayı anlaması gerekir. Savaş, hiçbir zaman zafer değildir; o, insanlığın kaybettiği bir sınavdır. Bu sınavda aklını, kalbini, vicdanını yitirenlerin faturasını hep birlikte öderiz..

Sonsuz bir döngüde insanlık...

İsrail-İran hattındaki bu gerilim, aslında insanlığın kadim bir paradoksunu yeniden hatırlatıyor: Güvenlik için şiddete başvurma eğilimi, güvenliği daha da kırılgan kılar. Her saldırı, yeni bir karşı saldırıyı doğurur. Her stratejik hamle, yeni bir ahlaki sorumluluğu doğurur.

Bu nedenle mesele yalnızca askeri değil; felsefi, ahlaki ve insani bir sorundur. Gerçek barış, ancak güç dengesine değil, adalet dengesine dayandığında mümkündür.

Belki de sorulması gereken en temel soru şudurNükleer silahlar olmadan yaşamak mı daha tehlikeli, yoksa nükleer silahlarla yaşamak mı?

Güncelleme Tarihi: 17 Haziran 2025, 17:26
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER