ERSİN TEK/ YAZDI
Yazar Ersin Tek 'Ortadoğu’da Tarihi Kim Yazacak?' adlı yazısını okuyucuları için yayınladı.
ERSİN TEK'İN YENİ YAZISI ŞÖYLE:
Ortadoğu bugün bir eşiğin tam ucunda duruyor. Fakat bu eşik, sadece bir geçiş hattı değil; bir kırılma çizgisi. Hangi yöne geçileceği belirsiz değil belki ama asıl soru şu: Bu yönelimi kim belirleyecek? Coğrafyayı ateşe atanlar mı, o ateşi körükleyen küresel güçler mi, yoksa sadece yaşananlara maruz kalan halklar mı? Tarih, sadece sonuçları değil, iradeyi de kaydeder. Bu defteri, bu kez kimin kalemiyle yazılacağı henüz belli değil.
Bölge yine bir yangın yeri. Ancak bu kez sadece dumanın nereden yükseldiği değil, yangını kimin çıkardığı ve en önemlisi kimin gerçekten söndürmeye çalıştığı da bulanık. İran ile İsrail arasındaki doğrudan çatışma, uzun süredir bölgeyi örten diplomatik sis perdesini yırttı. Ama sis kalkınca görünen manzara, sadece iki ülkenin değil, bölgeye hükmetmek isteyen güçlerin dehşetli gölgesini açığa çıkardı.
Ortadoğu’daki bu gerilim, askeri ya da politik bir hesaplaşmadan ibaret değil. Aynı zamanda inançların, kimliklerin, tarihlerin ve hatta gelecek tahayyüllerinin çarpıştığı bir fay hattı. Bu çarpışma, sadece bugünün değil, yüzyıllardır bastırılmış hafızaların da patlamasıdır. Her bomba, bir geçmişi de hedef alıyor; her füzede bir kimlik tartışması, bir tarih yorumu gizli.
Bu karmaşanın ortasında ABD, yine hem görünen hem görünmeyen bir aktör. Bazen arka planda kalıyor gibi görünse de yön veren aklın çoğu kez o olduğu açık. Askerî gücüyle değilse bile, finansal, diplomatik ve teknolojik araçlarıyla bölgede haritanın kenarlarını çizen yine o. Ama bu harita artık tutarsızlıklarla dolu. Çünkü kendi içinde çelişen ittifaklar, hesaplanamayan tepkiler ve öngörülemeyen halk dinamikleri yeni bir denklem dayatıyor.
Ortadoğu, sadece siyasi krizlerin değil, anlam krizlerinin de merkezinde. Hangi ittifak, hangi değer için kuruldu? Kim düşman, kim müttefik? Hangi açıklama gerçek, hangisi taktik? Sorular çoğalıyor ama cevaplar hep aynı aktörlerin dilinden geliyor. Bu da bölge halkları için yeni bir belirsizlik yaratıyor: Ne yapılacağından çok, kimin yaptığına dair bir karanlık.
Kısacası, Ortadoğu’nun önünde açılan eşik sadece bir yol ayrımı değil; bir yön tayin savaşıdır. Bu yönü kimin belirleyeceği ise, önümüzdeki yılların değil, belki de önümüzdeki yüzyılın kaderini çizecek.
ABD’nin Vurduğu Ama Vurmadan Önce Uyardığı Dünya
ABD’nin İran’daki nükleer tesise yönelik gerçekleştirdiği saldırı, bölgesel dengeleri altüst etmekten çok, yeni bir dönemin kapısını araladı. Fakat bu kez savaş, alıştığımız gibi başlamadı. Önce bilgi verildi, sonra hedef vuruldu. Ardından ABD Başkanı Trump, “Şimdi barış zamanı” dedi. Bu tablo, klasik savaş reflekslerinin artık geçerliliğini yitirdiğini gösteriyor. Ortada ne topyekûn bir savaş var, ne de tam anlamıyla bir barış.
Aslında bu bir saldırıdan çok, bir mesajdı. ABD, İran’a “yeterince izledik, artık müdahale edebiliriz” dedi. Bu bir gözdağıydı ama bombayla verildi. Sessiz ama yankılı. Savaşın dili değişti. Artık her şey önceden haber veriliyor, vurulan yerler kadar, vurulmayan yerler de dikkatle seçiliyor.
Bu saldırının ardından gelen İran-İsrail ateşkesi de askeri bir çözümün değil, bir dengenin habercisi. Ama bu denge, kırılgan. Sadece tarafların değil, halkların da psikolojik sınırları zorlanıyor. Yani askeri değil, zihinsel bir ateşkes yaşanıyor. İnsanlar, neyin ne zaman başlayacağını değil, neyin başlamamış olmasının ne anlama geldiğini tartışıyor artık.
ABD, artık doğrudan sahada görünmüyor. Fakat bu yokluk, etkisizlik anlamına gelmiyor. Tam tersine, güç gösterisi şimdi daha karmaşık. Vekâlet savaşları, dijital gözetim sistemleri, yüksek teknolojili savunma ağları... ABD, bölgeyi artık askerle değil; veriyle, yazılımla, finansla ve ittifaklarla kontrol ediyor. Yeni Amerikan yaklaşımı, hem sahada olmayan ama sahayı şekillendiren bir model üzerine kurulu.
En çarpıcı örnek ise İsrail’e sağlanan destek. Teknoloji, istihbarat, füze savunma sistemleri... ABD burada sessiz ama etkili. Fakat bu duruşun da sınırları var. Çünkü hiçbir teknoloji, siyasi iradenin yerini tam olarak tutamaz. Bir noktada kararlar yine insan eliyle veriliyor. Ve o insanlar, dünya kamuoyunun, uluslararası hukukun ve bölgedeki gerçekliğin baskısıyla yüzleşmek zorunda kalıyor.
ABD’nin bu yeni stratejisi bir süre daha işe yarayabilir. Ama uzun vadede, kontrol ettiği sahada yaşanan her şeyin sorumluluğundan da kaçamaz. Çünkü bugünün sessizliği, yarının fırtınası olabilir.
İsrail: Savaşın Sahnesinde, Barışın Perde Arkasında
İsrail için 2025’e girilen dönemde savaş, yalnızca bir savunma refleksi değil; aynı zamanda stratejik bir yeniden inşa süreciydi. 2024 sonlarında Hamas saldırılarına verdiği yanıt, İran’a uzanan bir hesaplaşmaya dönüştü. Ancak bu hesaplaşma doğrudan cephede değil, çok katmanlı bir cephe stratejisiyle yürütüldü.
İsrail’in vurduğu hedefler arasında yalnızca Hamas tünelleri veya Hizbullah mevzileri yoktu; Tahran’ın doğrudan içindeki nükleer altyapılar, Şam’daki İran üsleri ve Irak-Suriye koridorundaki silah lojistik hatları da vardı. Bu, klasik bir savunma değil; bölgeyi yeniden dizayn etmeye dönük önleyici bir savaş doktriniydi.
Dikkat çekici olan şu: İsrail, bu savaşın içinde en çok “görünmeyen devlet” haline geldi. Açıklamalar kısa, vuruşlar sert, diplomasi ise büyük ölçüde sessiz ilerledi. Bu, Tel Aviv’in uzun süredir izlediği “vur ve sus” stratejisinin daha rafine hâlidir.
İsrail’in bir diğer gücü ise, yüksek teknolojiyle askerî istihbaratı birleştirmedeki becerisidir. Yapay zekâ destekli hedefleme sistemleri, uydu tabanlı istihbarat ve ABD ile entegre savunma altyapısı, İsrail’i sadece bölgesel değil, küresel bir askeri aktör haline getirmiştir.
İç politikada ise Netanyahu hükümeti, bu savaşı kendi siyasi meşruiyetini tazelemek için kullanmıştır. Ancak içerideki toplumsal kutuplaşma, Gazze’deki insani kriz nedeniyle artan küresel eleştiriler ve Filistin meselesinde gittikçe yalnızlaşan pozisyonu, İsrail için dışta kazanırken içte yıpranan bir dengeye yol açmaktadır.
İran: Birden Fazla Cephede Birden Savaşan Devlet...
İsrail, 2024’ün son çeyreğinde başlayan İran merkezli saldırılara yenilerini eklerken, hedefin sadece Tahran’daki nükleer altyapılar olmadığını herkes gördü. Savaş, Körfez’den Akdeniz’e uzanan Şii eksenini parçalama, direniş ekseninin merkezini yok etme hedefini taşıyor. İsrail’in saldırıları, yalnızca askeri değil, ideolojik ve stratejik bir kuşatmanın parçası...
İran bu savaşta yalnızca sınırlarını değil, varlığını savunuyor. Tahran, sadece nükleer altyapısını değil, aynı zamanda bölgesel nüfuzunu, ideolojik damarlarını ve içerideki meşruiyetini (rejimi) korumaya çalışıyor.
Savaşın haritası yalnızca İsrail’le sınırlı değil. İran; Gazze’de Hamas, Lübnan’da Hizbullah, Irak’ta Haşdi Şabi ve Suriye’de Zeynebiyyun üzerinden bir direniş kuşağı örüyor. Ancak bu kuşak, hem içteki yoksulluk ve genç kuşakların isyanı, hem de dıştaki çok yönlü baskı altında giderek gevşiyor.
İran, bu savaşta sadece varoluşunu değil, bölgedeki ideolojik nüfuzunu da koruma çabasında. Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen'de kurduğu paramiliter etki ağını ve Şii jeopolitiğini ayakta tutmak, onun için salt bir dış politika meselesi değil; rejimin içsel meşruiyetinin devamı için bir zorunluluk. İran'ın bölgesel yayılmacılığı, Devrim Muhafızları üzerinden şekillenen bir "direniş hattı" stratejisine dayansa da, içerideki ekonomik yıkım ve halktaki yorgunluk, bu stratejinin sürdürülebilirliğini zorlaştırıyor.
İran aynı zamanda, Kürd meselesinde de çok katmanlı bir politika yürütüyor. Kürdlere yönelik içte sert bir bastırma politikası izlerken; Irak’ta Süleymaniye ekseninde nüfuz kurmaya çalışıyor, Suriye’deki Kürd oluşumlara karşı ise fırsatçı bir denge politikası yürütüyor.
Türkiye: Denge mi, Belirsizlik mi?
Türkiye, bu savaşta hem merkezde hem sınırda. Tel Aviv ile diplomasi yeniden başlatılırken, Tahran’la doğrudan çatışmadan kaçınılıyor. Ancak Ankara, özellikle Rojava konusunda hassasiyetini sürdürüyor. Kürdlerin statü arayışı, hâlâ kırmızı çizgi. Artık bu çizgi sadece ideolojik değil, stratejik.
Türkiye, Ortadoğu’daki bu yeni denklemde hem coğrafi hem tarihsel hem de siyasal olarak merkezî bir aktör. Fakat bu merkezîlik, son yıllarda giderek stratejik yalnızlık ile pragmatik denge arasında sıkışmış bir pozisyon yaratıyor. Ankara, İran-İsrail çatışmasında doğrudan taraf olmamayı tercih etse de, çatışmanın etnik ve jeopolitik izdüşümleri Türkiye’nin sınırlarına çoktan ulaşmış durumda.
Ankara, Tel Aviv ile ilişkileri yeniden tesis ederken, İran ile de doğrudan bir kopuş yaşamamaya özen gösteriyor. Bu, Erdoğan sonrası dış politikanın giderek daha çok pragmatizme ve esnek denge arayışına yöneldiğini gösteriyor. Ancak dış denge arayışlarının içerideki sınırı, Kürt meselesi ile çiziliyor.
Türkiye için Rojava meselesi artık yalnızca bir güvenlik sorunu değil. Rojava’daki Kürd yapılanması, ABD’nin açık desteğiyle ayakta duran ve giderek uluslararası meşruiyet arayan bir özerklik modeli sunuyor. Ankara için bu durum, yalnızca bir "terör tehdidi" değil; aynı zamanda Türkiye içindeki Kürd kimliğiyle kurulan ilişkiyi de belirleyen bir dış etkendir.
Ancak Türkiye'nin bu tehdidi yalnızca sınır ötesi operasyonlarla karşılaması, uzun vadeli çözüm üretmiyor. Çünkü Kürtler artık sahada sadece bir halk değil, bir aktör, bir pazarlık gücü ve bir diplomatik muhatap. Türkiye bu gerçeği yalnızca bastırarak değil; tanıyarak, dönüştürerek ve çözüm perspektifiyle karşılamak zorunda. Aksi takdirde her operasyon, sadece bir gecikme yaratır; bir çözüm değil.
Diğer yandan, Irak Kürdistanı ile sürdürülen enerji ve ticaret işbirliği, Türkiye’nin Kürdlerle ilişkisinde çok daha karmaşık bir tabloyu ortaya koyuyor. Ankara, Erbil’le stratejik ortaklık geliştirirken, aynı anda Rojava’daki Kürt yapılanmasını dışlamaya çalışıyor. Bu çelişki, uzun vadede Ankara’nın tutarlılığını ve Kürd politikasının bütünselliğini zedeliyor.
Ayrıca, iç politikada yaşanan Kürd seçmenle bağın zayıflaması, HDP sonrası belirsizlik, yeni anayasa tartışmaları ve toplumsal kutuplaşmalar, Türkiye'nin kendi iç barış kapasitesini de daraltıyor. Türkiye, Ortadoğu’daki yangını söndürmeye dışarıdan değil, kendi içinde ateşi söndürerek başlayabilir. Bu da Kürt meselesini bir “güvenlik problemi” olarak değil, tarihsel ve siyasal bir ortaklık sorunu olarak ele almayı gerektiriyor.
Kürdler: Tarih Yazmak mı, Tarihin İçinde Kaybolmak mı?
Kürdler, yaklaşık bir yüzyıldır ertelenmiş bir halk olma gerçekliğiyle yüzleşiyor. Kimlikleri tanınmadan var olmaya çalıştılar; aidiyetleri tanımlanmadan yön bulmaya çabaladılar. Bugün ise Irak Kürdistanı’ndan Rojava’ya, İran’daki Kürdvilayetlerine kadar uzanan coğrafyada artan bir özneleşme ve siyasal farkındalık dikkat çekiyor. Ancak bu yükselen bilinç, hâlâ bölgesel dengelerin ve küresel güç oyunlarının gölgesinden tam anlamıyla kurtulabilmiş değil.
Rojava’daki Kürd yönetimi, sahadaki direniş ve örgütlenme becerisiyle dikkat çekerken, aynı zamanda ABD’nin stratejik önceliklerine paralel kaldığı sürece hayatta kalabiliyor. Kendi iç dinamiklerine dayalı bir öz-yönetim hedefi, dış desteğe bağlılıkla sınırlandırılıyor. İran’daki Kürd bölgeleri ise, devletin kronik güvenlik paranoyası nedeniyle sürekli baskılanıyor, susturuluyor. Her kültürel talep, her siyasal ifade, rejim tarafından bir güvenlik riski olarak kodlanıyor.
Irak Kürdistan’ı ise, bir yandan kurumsallaşma adımları atarken, öte yandan iç hizipçilik ve dış müdahalelere açık yapısıyla ciddi bir kırılganlık barındırıyor. Liderlik çatışmaları, ekonomik bağımlılık ve siyasal parçalanmışlık, Kürd siyasetinin kendi içinde istikrar üretememesine yol açıyor. Bir kazanım görünse de, bu kazanım çoğu zaman sürdürülebilirlikten uzak bir zemin üzerinde yükseliyor.
Kürdler, artık başkalarının çizdiği sınırlar içinde kaybolmak değil; kendi tarihlerini kendi elleriyle yazmak istiyor. Ancak bu tarihsel irade, hâlâ küresel aktörlerin çizdiği senaryolarda küçük birer dipnota dönüşebiliyor. Her bağımsız adım, bir başka dengeye mahkûm oluyor. Bu denklemde, özne olmak isteyen bir halkın iradesi, çoğu zaman nesneleştiren politikaların içinde çözülme riski taşıyor.
Avrupa: Düşünce Sessizliğinde Bir Kıta
Avrupa, bir kez daha vicdan ile çıkar arasında değil, çok daha derin bir ikilemde sıkışmış durumda. Hafızası ile bugünü arasındaki çelişkide... Filistin’de yaşanan vahşet karşısında susan, İran-İsrail hattındaki krizlerde denge adına sessizliğe gömülen bu kıta, artık bir etik merkez değil; sadece refleks veren, reaksiyonlar arasında savrulan bir diplomatik gövdeye dönüşmüş durumda.
İngiltere, eski emperyal rolüne öykünse de Washington’ın onayı olmadan tek bir cümle kuramıyor. Hâlâ “özel ilişki”nin gölgesinde şekillenen bir dış politika, bağımsızlık iddiasını taşıyamıyor. Diğer yanda Avrupa Birliği ise, ortak değerler söyleminin arkasına sığınarak gerçek bir stratejik özne olamıyor. Ortak dış politika, ortak vicdan kadar parçalı; her üye devlet, kendi iç siyasetinin gölgesinde, ortak insanlık adına değil ulusal pragmatizm adına pozisyon alıyor.
Oysa Avrupa, 20. yüzyılın iki büyük savaşı ve ardından gelen birleşme idealiyle bir etik akıl üretmişti. Demokrasi, insan hakları ve evrensel hukuk adına oluşturduğu bu miras, bugün sadece kurumların duvarlarında asılı bildirilerde yaşıyor. Sokaklar sessiz, parlamentolar gürültülü ama etkisiz; düşünce merkezleri ise küresel rekabetin teknik jargonu arasında insani krizi sadece istatistik olarak izliyor.
Bugün Avrupa, sadece jeopolitik değil, entelektüel olarak da silinmeye yüz tutmuş bir merkez görüntüsünde. Ne barışın dili ondan çıkıyor ne de çözümün tahayyülü. Ukrayna’da olduğu gibi Gazze’de de sessizlikle yetiniyor. Kendi içinden doğan aydınlanmacı gelenekler, artık yalnızca geçmişe ait bir dipnot gibi anılıyor. Söz yok, irade yok, etik sorumluluk ise küresel çıkar hesaplarına gömülmüş durumda.
Belki de en çarpıcısı şu: Avrupa artık düşünmüyor. Düşünmek risklidir. Düşünmek pozisyon almayı gerektirir. Avrupa, tam da pozisyon almaktan kaçtığı için buharlaşmakta olan bir kıtaya dönüşüyor. Sessizliği, tarafsızlık değil; düşünsel tükenmişliğin yankısıdır.
Tarihi Kim Yazacak?
Ortadoğu’da patlayan her bomba yalnızca şehirleri değil, hafızayı da hedef alıyor. Bu topraklarda savaş, toprak paylaşımından çok anlatı mücadelesidir. Kimyasal silah iddiaları, medya manipülasyonları, algoritmalarla biçimlenen kamuoyları… Her şey, hakikatin kim tarafından nasıl yazılacağıyla ilgilidir.
Artık tarihi yalnızca kazananlar değil, algıyı yönetenler yazıyor. Gazze’de ölen bir çocuk, Suriye’de yıkılan bir ev, Rojava’da yersiz yurtsuz bırakılan bir aile, bunlar artık yalnızca trajedi değil, aynı zamanda malzeme. Görüntünün değeri, insanın değerini geçti. Gerçek, medya kurgusunun dekoruna dönüşmüş durumda.
Asıl soru şu: Bu coğrafyanın halkları kendi hikâyelerini ne zaman yazacak?
Tarih, sadece zaferlerin değil, susturulmuş seslerin, ertelenmiş kimliklerin, bastırılmış hakikatlerin de kaydı olmalıdır. Kürd’üyle, Arap’ıyla, Türk’üyle, Fars’ıyla Ortadoğu halkları, yüzyıllardır başkalarının kaleminden çıkan anlatılarda figüran oldu. Oysa sahne burada kuruldu ama metni başkaları yazdı.
Bu sessizlik sadece siyasetten değil; umutsuzluktan, güvensizlikten, parçalanmışlıktan besleniyor. Kendi geleceğini tanımlayamayan halklar, başkalarının geçmişinde kayboluyor. Bu yüzden artık mesele, sadece “kim yazacak” değil; “nasıl bir tarih yazılacak” sorusudur.
Ortadoğu'nun ihtiyacı, yeni bir anlatıcı değil; yeni bir anlatıdır. Kalemi eline almak yetmez; onu neyle, nasıl, kimin için oynattığın belirleyicidir. Çünkü tarih, sadece olanı değil, olanın nasıl hatırlandığını da yazar.
Güncelleme Tarihi: 25 Haziran 2025, 17:02