Tanrı İle Konuşmalar -2

Yazar Faik Öcal 'Tanrı ile konuşmalar - 2' adlı yazısını okuyucuları için yayınladı.

Tanrı İle Konuşmalar -2

FAİK ÖCAL/YAZDI

Yazar Faik Öcal 'Tanrı ile konuşmalar - 2' adlı yazısını okuyucuları için yayınladı.

YAZARIN YAZISI ŞÖYLE:

''Camide cemaatle namaz kılıyorum ama sanki hiç kimseler yok, tek başıma huzurunda durmuşum Tanrım. Bunun sebebi benim garip yalnızlığım mı onların kuru kalabalığı mı; anlamış değilim. Tanrım, neden böyle garip bir yalnızlığa mahkum oldum?

Müslümanım ama Müslümanlarla aramda uçurumlar var; bir türlü uçurumlar ortadan kalkmıyor, tam tersine her geçen gün uçurumların sayısı artıyor, niteliği derinleşiyor, ben kendimi hep kuş uçmaz kervan geçmez yolların karanlığında buluyorum, Attila İlhan’ın Barakmuslu Mezarlığında unutulmuş gibi.

İçimi ancak sana dökebilirim Tanrım. Beni anlayanlar çok uzaklar ve azlar. Belki bu iç dökmelerim sayesinde bir teselli bulurum, bir nebze de olsa garip yalnızlığımın acısı hafifler.

Din hiç bu kadar din tüccarlarının elinde ucuza düşmemişti, can çekmemişti. Çok yıllar önce okuduğum Dine Karşı Din kitabını şimdi daha iyi anlıyorum. Gerçekten dine zarar verenler dinin dışındakiler değil dinden bihaber olup da dinin içindekilermiş.

Eskiden cemaatlerden, tarikatlardan bir keramet beklerdim; meğer ne kadar safmışım. O eski saf insan olsam, yine de rızanı kazanır mıyım? Hiç bilemiyorum ki saflığımın yüzü sorgusuz sualsiz itaate, Tefekkür Kalesi’ne uğramayan nedamete dönüktü. Yaptığım hatalardan dolayı pişman oluyordum ama hatalarımdan ders alacak biliş ve idrakten mahrumdum; çünkü cemaatler ve tarikatlar Tefekkür Kalesi’nin üzerine çökmüştü, kendilerine göre pişmanlık tarifeleri çıkarıyordu. Çökmek. Din tüccarlarının en iyi bu kelime tarif eder. Onlar her kesin ve her şeyin üzerine çöküyorlar. Çökme ustası olmuşlar. Maddi ve manevi, reel ve nominal, etik ve kozmik, fizik ve metafizik, namus ve nomos, uzak ve yakın, derin ve sığ, numen ve fenomen, ağ ve bağ, yat ve kat, toz ve buz ne buluyorlarsa üzerine çöküyorlar.

Şimdi Tefekkür Kalesi’ndeyım, tek başımayım ve ne yapacağımı, beni nasıl bir akıbetin beklediğini hiç bilemiyorum. Bu bilinmezlik beni kahrediyor. Çünkü bu bilinmezlik uhrevi değil, tamamen din tacirlerinin elinde kuşa çevrilmiş, iç edilmiş, kör, sağır ve topal edilmiş bir bilinmezlik. Yalnız sen bana yardım edebilirsin Tanrım. Aklımın son sınırına geliyorum ve bitiyorum. Gidecek yerim yok. Onların cemaatlerinde, tarikatlarında yerim yok, zaten hiç içlerine girmedim. Bir cemaatin içinde olma kabiliyetim hiç olmadı. Ben hep dışarıda kalanlardan oldum, birilerinin benimle hakikat arasına girmesine hiç müsaade etmedim. Bir zamanlar sadece uzaklardan bakmıştım onlara, onları anlamaya çalışmıştım. Şimdi onlara uzaktan bile bakmak istemiyorum.

Hakikati kendi hayatımda ete kemiğe büründürmem gerekir. Bu sorumluluğum ve bu sorumluluğumu yerine getiremiyorum. Artık hata yapma lüksüm kalmadı. Kırkından sonra yapılan hataların bedeli çok ağır, geri dönüşü çok zor olur. Nefsim Tefekkür Kalesi’ne hepten çekilmemi, dünyadan el ayak çekmemi istiyor. Biliyorum ki istesem bile nefsimin istediğini yapamam. Hem ailevi durumlarım buna müsaade etmiyor hem de imtihanda olduğumu biliyorum.

Çok zor bir zamanda yaşıyorum. Hakikati olduğu gibi dile getirmek, ateşten gömlek giymekle eşdeğer. Hakikat ile arama böyle acımasız ve kirli engellerin Müslümanların eliyle de girmiş olması pek manidar ve çok ağrıma gidiyor. Bir türlü bunu sindiremiyorum, kabullenemiyorum, kaldıramıyorum. Hakikat ile benim arama acımasız ve kirli din tüccarları girmesin diyorum ama onlar çoklar ve her yerdeler, onların bu işin ustası olmuşlar ve bu işi bırakmamak için her kesi harcamaya, her türlü çirkinliği yapmaya hazırlar.

Onlar nerden, nasıl çıktı; hiç anlamış değilim. Sağa sola her derde deva mavi boncuklar dağıtılmasaydı

böyle güçlü olmayacaklar mıydı; hiç bilemiyorum. Bir de bakmışız ki din sermayesinin üzerine çökmüşler, kelimenin tam anlamıyla çökmüşler ve hiç de kalkacak gibi değiller. Keyiflerine göre ulufe dağıtıyorlar, uygun gördüklerine dinin bir şubesini işletme hakkını veriyorlar. İlginç olan, bu işlerin alıcısının çok olması. Buna şaşırmıyorum ama yine de bu durum beni korkutuyor, dehşete düşürüyor Tanrım.

Seni anlamak istiyorum Tanrım. Senin adına, senin dininin ticaretini yapan bu kulların hakkında ne düşünüyorsun? Onlar hem dinine zarar veriyorlar hem de kullarına. Onlardan kendimizi nasıl koruyacağız? Hiç bilemiyorum. Çok güçlüler, Tanrım. Gücünü senden aldıklarını söylüyorlar ama yalan söylüyorlar. Onlar gücünü paradan alıyorlar. Onlar mala mülke, paraya altına, dolara euroya doymuyorlar Tanrım. Dünyayı yiyip bitirdiler, şimdi de ahirete el atmışlar. Ahiretini satıyorlar. Bir şey yapmayacak mısın? İlginç olan bunun da alıcılarının çok olması, aynen Hristiyanlığın ortaçağ karanlığındaki gibi.

Bu duruma canım çok sıkılıyor Tanrım. Çok yoruldum; çünkü her yerde onların “sözcüleri” ve “gözcüleri” var, bunlar Müslümanlarla istediği gibi oynuyorlar, onlara istedikleri ayarı veriyorlar. Din tüccarları sözcülerin ve gözcülerin ceplerine üç-beş kuruş attıkça onlar Müslümanları hizaya getirmeye devam ediyorlar. Buna dayanamıyorum Tanrım. Çok ağır bir imtihan bu.

Helal ve haram hiç bu kadar karışmamıştı birbirine. Onlar senin çizdiğin helal ve haram çizgisini ortadan kaldırdılar, kendilerine göre yeni sınırlar çizdiler, tanımlar getirdiler, çizgiler çizdiler. Dayanamayıp yine soruyorum: Bir şey yapmayacak mısın Tanrım? Yoksa bir şeyler yapıyorsun da ben mi göremiyorum?

En berbatı da kendilerine göre “din dostları” ve “din düşmanları” tayin etmeleri. Ticaretlerine hizmet edenleri Din Dostları, hizmet etmeyenleri ise Din Düşmanları ilan ediyorlar. Oysa senin Din Gününün sahibi sensin Tanrım (1; 4) ve onlar dinini kullanarak senin Din Günün Sahipliğini görünmez hale getirdiler, yerine duruma göre değişen Din Dostları ve Din Düşmanları koydular. Dinin sürekli değişen dostlarına ve düşmanlarına göre değiştirdiler, kesip biçtiler, tabir caizse kuşa çevirdiler. Tanrım, affına sığınarak soruyorum: Ne zaman dinini din tüccarların elinden kurtaracaksın, onlara Din Gününün Sahibinin sen olduğunu göstereceksin, hadlerini bildireceksin? Böyle büyük bir olayı mahşere mi bırakacaksın? Diyelim ki bırakacaksın, bırakma nedenini bilmek istiyorum. Buna hakkım var mı Tanrım? Hakkım yoksa neden hakkım olmadığını bilmek istiyorum ki kalbim mutmain olsun.

Kalbim! Kalbimi nasıl anlatayım Tanrım, hiç bilemiyorum. Kalbim Ahmet Arif’in dinamit kuyusundan daha tehlikeli, Zweig’in ölümünü anlattığı öyküsündeki kalpten daha fena. Kalbimin halini ‘dini bütün bir kalem’ ile ifade edemiyorum. Belki de kalbimi asıl yaralayan da bu kimsesizlik, bu sahipsizlik, bu ifade edilemezlik. Kalbim Diyarbakırlı bir Kürt şair ile Avusturyalı bir Yahudi’nin boynunda kaldı. İkisi de geçen yüzyılda yaşamış ve ölmüş. Kürt olanı Ankara’nın göbeğinde sürgünlük yaşamış, yalnız kalmış, kadersizliğe terk edilmiş; öbürü bir ruh hastası yüzünden soluğu Brezilya’da almış, dayanamamış ruh hastası ile aynı gezegende nefes alıp vermeye, hayatına son vermiş.

Kalbim Ankara ile Petropolis arasında asılı kalmış, kalbimi toparlayamıyorum Tanrım. Kalbim paramparça. Böyle bir kalple huzuruna duruyorum, sonra din tacirlerinin sebep olduğu savaşlarda hayatını kaybeden çocuklar aklıma geliyor, kahroluyorum. Ben bu çağın insanı değilim, deyip de Tefekkür Kalesi’ne çekilemiyorum. Yoksa beni de bekliyor başkent sürgünlüğü ve Petropolis intiharı. İntihar etmeyeceğim Tanrım. Her ne kadar Cesare Pavese intiharı sevimli, Tezer Özlü sıcak yüzlü, Nilgün Marmara şairane, Sadık Hidayet otantik göstermiş olsa da intihar etmeyi hiç düşünmedim. İntihar etmek, meydanı hepten din tacirlerine bırakmak, yenilgiyi kabul etmek, zayıf iradeli olduğunu ikrar etmek demektir. İntihar etmektense sonsuza dek Tefekkür Kalesi’nde kalmayı tercih ederimi, pek sevimlik, sıcak yüzlü, şairane ve otantik olmasa da. Ama bu hal dayanılır gibi değil Tanrım. Çoğu zaman kalbimi tanıyamıyorum. En çok da çocuk ölümlerinin kanıksanması beni kahrediyor. Çocuk ölümleri dünyanın en sıradan olaylarından biri olmuş ve ben kalbim kan kusarak bu durumu izlemek zorunda kalıyorum.

Bundan sonra sana böyle içimi dökmeye devam edeceğim Tanrım. İçimi dökmesem, intihar etmesem bile kafayı yitip delirebilirim. Din tacirlerine dayanamıyorum Tanrım. Kalbimin her bir parçasında bir çocuk cesedi saklıyorum, onların hediyesi.

Dünyanın her yerinde aynı terane: Din elden gidiyor! Keşke dinlerini alıp gitseler dünyamızdan, hepten çıksalar hayatımızdan. Ama ben onların karınlarında fokurdayan cehennem ateşlerini gördüm. Onlar bir yere gitmeyecekler, karınlarındaki ateş burada patlayacak. Kim bilir kaç kişi onlarla birlikte onların ateşinde yanacak, kavrulacak.

Masum insanlar ölecek; onların günahı yok. Belki de masum insanların en büyük günahı, bu çağda insan olmak; çünkü din tacirlerinin esfel-i safilîn ile ahsen-i takvimi birbirinden ayıran sınır çizgisini ortadan kaldırdılar. Kafirlerin, münafıkların, azılı din düşmanlarının yapamadığını yeminli din tacirleri yaptılar. Bunu da başardılar; ahsen-i takvimin yüzündeki insanı kazıdılar, esfel-i safilînin altını oydular; ortada bir had, hudut bırakmadılar.

Ahir zaman deyip işin içinden çıkamıyorum. Çünkü Kabil’in döktüğü kan daha kurumadı ve din tacirleri Karun’un da kuyusunu kazıdılar; Kabil’in döktüğü kanı pazarlayıp satmaya başladılar. Bunu da gördük, Tanrım. Bu da oldu! Kibirli ve hırslı Kabil’in kardeşi Habil’in döktüğü kanını pazarlayıp satmak. Daha korkuncu ise din tacirlerinin yüzlerine geçirdikleri Habil maskesiyle her yerde hazır ve nazır olmaları.

Başkalarının feryat ve figanını taşımaktan yoruldum Tanrım. Bundan sonra her fırsatta sana yazacağım ve içimi dökeceğim. İntihar etmeye ya da delirmeye hiç niyetim yok. Tefekkür Kalesi ile insanın dünyası arasında yeni bir yol bulmaya ihtiyacım var.''

YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER