Tanrı ile Konuşmalar -3- “Üç Olay”

Yazar Faik Öcal 'Tanrı ile Konuşmalar -3- 'Üç Olay' adlı yazısını okuyucuları için yayınladı.

Tanrı ile Konuşmalar -3- “Üç Olay”

FAİK ÖCAL/YAZDI

Yazar Faik Öcal 'Tanrı ile Konuşmalar -3- 'Üç Olay' adlı yazısını okuyucuları için yayınladı.

YAZARIN YAZISI ŞÖYLE:

''Bugün benim yarım asırlık doğum günüm, çeyrek küsur asırlık ölüm yıldönümüm; kimseyle konuşacak bir şeyim kalmadığı için yine yüzümü sana dönüp içimi sana döküyorum Tanrım. Biliyorum ki bir zaman sonra ne dökecek içim kalacak ne de benden bir iz. Yanlış anlaşılmamaktan daha kötüsü hiç anlaşılmamak. Yanlış anlaşılmayı düzeltme şansın var ama hiç anlaşılmamanın hiçbir şansı yok. Hele bu hiç anlaşılmama bilinçli bir tercihin sonucuysa…

Yaşlandıkça insanların dünyasından uzaklaşıyorum, aramıza görünmez mesafeler giriyor; tamamen iç dünyama dönüyorum. İç dünyamda başkalarına yer yok. Bir yolculuğun içindesin, sadece kendinle gidebiliyorsun. Sadece sevdiğim ya da sevmediğim anıların izi kalıyor. Bu yazımda bu izleri dile getirmek istiyorum. Ruhumda derin izler bırakan anlar, anılar. İnsandan umudumu kesmemeye çalışırken yine insandan kaçtığım zamanlar.

Yine isim vermeyeceğim, yine metaforlarla iltica edeceğim, imgelere sığınacağım. Yaşadığım acı anılara herkesin makbul göreceği uygun elbiseler giydireceğim; çünkü ben insandan umudumu kestim. “Gerçekten insan çok zalim ve pek nankördür” (İbrahim; 34) ayetini yaşayarak anladım.

Birinci kat, birinci olay. Yoğun buharlı ve fulü bir odadayım, karanlığa şarkılar okuyarak ayakta durmaya çalışıyorum. Yaşamı ve ölümü birbirinden ayıran o görünmez kader çizgisinin tam ortasındayım, yüzüm yaşama, sırtım ölüme dönük. Sesime sinmiş ölüm korkusunu bastırmaya çalışıyorum çok zor olsa da. İlk ikiyüzlülüğümü yapıyorum; onların sesini taklit ederek onların sevdiği şarkıları okuyorum, içimden yükselip duran utanç duygusunu bastırmaya çalışarak. Elimden geldiğince onlar gibi olmaya çalışıyorum. Yoğun buharlı, fulü yerden onların şarkılarından, sesinden, bağnazlığından, kininden, ikiyüzlülüğünde ve davalarından tiksinerek çıkıyorum.

Üzülerek fark ediyorum ki onların karanlığı ve onlardan kalan tiksinti içime kök salmış, anlıyorum ki ölene dek onların kötü anıları benimle kalacak. Onları affedip onları içimden söküp atmak istiyorum ama olmuyor, onlar oradalar, içimin bir yerlerinde. Hem de ilk günkü karanlık ve kinleriyle duruyorlar. Onlar hiç değişmiyor ve kendilerini affedemediğim için içimden çıkaramıyorum. Anlıyorum ki benim onları affetmem yeterli değil, onların da kendilerini affetmesi gerekirmiş ve onlar bundan çok uzaklar.

İkinci kat, ikinci olay. Muhbir kuşlar onlara haber uçuruyor, biri onların davetiye kartını yırtıp attı diye. Yırtan, hiçbir şeyden haberi olmayan Yozgatlı bir çocuk, üniversiteye yeni gelmiş, yeni yetme, çoğumuz gibi. Puanı düşük Maden Mühendisliğinde okuyor. Onlar Yozgatlının kaldığı odayı basıyor, neden davetiye kartımızı yırttın, kutsalımızı ayaklar altına aldın, diye hesap soruyorlar. Ceza kesmek için geldikleri, her hallerinden belli. Yozgatlının onların davetiye kartını yırtığından ve onu yere attığından bile haberi yok. Bilseydi hayatta böyle bir şey yapmazdı, onların “pis ilgisini” çekmezdi.

Yozgatlıyı görüyorum, şok geçirmiş, bacakları tir tir titriyor, gözleri yerinden çıkacak gibi açılmış, ağladı ağlayacak; ama korkudan donup kalmış, ne yapacağını bilmez halde. Muhtemelen üniversiteyi kazandığı güne lanetler okuyordur, bir an önce evine dönme planları yapıyordur. Onlar çok sert ve acımasız, yüzlerinde merhametin zerresi gözükmüyor ama dillerinden Allah’ın ismi düşürmüyorlar. Allah’ın ismiyle her yere giriyorlar. Önce Yozgatlıya kutsal kağıt parçalarını tek tek toplatıyorlar, sonra kutsal parçalardan özür diletiyorlar. Sahne çok trajikomik geliyor bana ama gülemiyorum; çünkü sahnenin trajedisi komikliğinden baskın. Hayatım boyunca bir daha böyle bir sahneye şahit olamayacağımı düşünüyorum. İçimden keşke Yozgatlı ile kutsal kağıt parçaları tanışsaydılar, diye geçiriyorum, ikisinin birbirinden haberi yok, aracı onlar. Onlar deyince içimdeki düşünceleri durduruyorum.

Onların başı, “Sana öyle bir ceza vereceğim ki bir daha böyle bir terbiyesizlik yapmayı aklından dahi geçirmeyeceksin.” Aklımdan, “sorun zaten burada, çocuk böyle bir şeyi aklından bile geçirmedi ki” düşüncesi geçiyor, hemen atıyorum aklımdan bu düşünceyi. Başları olacak genç cebinden bir bıçak çıkarıyor, Yozgatlının el parmaklarının arasını kesiyor, eskimiş mermer zemine Yozgatlının ürkmüş sıcak kanı damlıyor, aynen bir garibanın gözyaşları gibi. Yozgatlı ile göz göze gelmeye utanıyorum. Kan damladıkça içimden bir şeyler kopuyor.

İbrahim diyorum, görüyor musun insan nasıl da fesat ve kan dökücü (1;30). İbrahim, bu zalimler ve kan dökücüler hiçbir şeyden haberi olmayan Yozgatlıdan ne istiyorlar? Yozgatlının günahı, saf bir insan olmak mı? Neden hep saf insanların kanı dökülüyor İbrahim? Sen de bilmeden birini öldürdün İbrahim. Kan dökmek, birini öldürmek nasıl bir duygudur İbrahim? Onlar hiç gözümün önünden gitmiyor İbrahim. Yozgatlının kanını dökmekten zevk almışlardı. Onlar bir zamanlar saf birer çocuktular, şimdi de kutsal olduğunu düşündükleri davetiyelerini yırttı diye masum birinin kanını döküyorlar. Bir insan bir kağıt parçası için nasıl başka bir insanın kanını dökebilir, bunun hiç anlamıyorum İbrahim. Onlar kutsal davalarına sahip çıkmanın gönül rahatlığı içinde Yozgatlıyı öylece bırakıp gidiyorlar, hiç rahat durmuyorlar. Her yerdeler.

Üçüncü kat, üçüncü olay. Bu sefer de bir arkadaşımın boynunu kurbanlık hayvan gibi masaya yatırırken karşıma çıkıyorlar. Farklı olan görünüşünü kesip atmak, her kesi kendileri gibi basit ve sıradan kılmak istiyorlar. Onların farklılığa ve ötekisine tahammülü yok. Arkadaşım direniyor. Arkadaşımın şah damarını görüyorum. Şahdamarım kanıyor. Yine insandan umudumu kesiyorum. Zalim, nankör, kan dökücü, fasit ve yobaz insandan. Arkadaşım direndikçe onlar jileti daha sert basıyorlar şakaklarına, yüzüne. Arkadaşımın yüzü, benimse içim paramparça, kan revan. Kanayan şahdamarıma dönüp bakamıyorum. Onlar kutsal davalarına hizmet etmenin gönül rahatlığı içinde odayı terk ediyorlar. Ben arkadaşımın paramparça edilmiş yüzü ve içimle kalakalıyorum. Şahdamarım kanamaya devam ediyor içten içe, ipince. İbrahim, biliyorum sen gelip kanayan şahdamarımdan öpeceksin acımı hafifletmek için. Dilimin ucunda Ahmet Arif’ten aynı dize: Lo ben seni hapislerde sevmişim, ben seni sürgünlerde. Yurdum benim şahdamarım…

Doğru, bugün benim doğum günüm, çeyrek küsur asırlık ölüm yıldönümüm. Kutlu olsun yarım asırlık doğum günüm, çeyrek küsur asırlık ölüm yıldönümüm.''

Güncelleme Tarihi: 14 Ocak 2024, 15:14
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER