Her şeyi isteyen, her şeyi tüketen, hiçbir şeyden memnun olmayan bir nesil olduk maalesef. Toplum ne der, el alem nasıl bakar düşüncesinin sığlığından beslenen “Ben her şeyin en iyisini hakkediyorum.” düşüncesi bölgemizde evlenmek isteyen genç erkeklerin kabusu haline dönmeye başladı. Sevdiğiyle bir hayat kurmak isteyen genç, artık sadece duygularını değil; lüks düğünleri, şatafatlı altınları, görkemli organizasyonları da karşılamak zorunda hissediyor. Aksi hâlde yetersiz, eksik ya da değersiz görülmekten korkuyor. İşte bu zihinsel iklimde evlilik, bir sevda yolculuğu olmaktan çıkıyor; maddi ve sosyal bir ispat çabasına, çoğu zaman da bir borç batağına dönüşüyor.
Gelin bu durumu biraz izah etmeye, birlikte bu karmaşık tablonun arka planına biraz ışık tutmaya çalışalım.
Düğünlerimiz üzerine yazmaya başladıktan sonra, bilinçli halkımızdan aldığım olumlu geri dönüşler beni hem mutlu etti hem de umutlandırdı. Düşüncelerime değer verip yorum yapan, kendi deneyimlerini paylaşan herkese gönülden teşekkür ediyorum.
Geçen hafta kaleme aldığım yazıda sorduğum soruya gelen bir yanıt ise beni özellikle sevindirdi. Ailesinin tüm baskısına rağmen düğününü sade bir şekilde gerçekleştiren bir hemşehrimizin varlığını öğrenmek, bu konuda yalnız olmadığımızı görmek açısından çok kıymetliydi. Kendisine hem cesareti hem de bu paylaşımı için ayrıca teşekkür ederim.
Bu tür örnekler arttıkça, toplum olarak gerçekten neyin önemli olduğunu daha iyi fark edeceğimize inanıyorum. Gösterişten uzak, samimi ve anlamlı kutlamaların görkemli olanlardan daha değerli olduğunu hep birlikte hatırlamamız gerekiyor.
Bu haftaki yazıma, bana ulaşan çarpıcı bir geri dönüşle başlamak istiyorum. Bir vatandaşımız, oğlunun düğün masraflarını karşılayabilmek için elindeki dairesini satmış. Ne acıdır ki, düğünün ardından oğlu, başını sokacak bir çatı bulmak için kiralık daire aramak zorunda kalmış. Yani baba, elindeki evi vererek oğluna bir evlilik kurmuş, ama geriye gerçek bir "ev" kalmamış.
Düşünün; "ev" ve "evlilik" sözcükleri sadece dilde değil, hayatta da birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Ev, bir çatıdır; evlilik ise o çatının altındaki hayatın adıdır. Ama biz bugün, o hayatı başlatmak için çatıyı feda ediyoruz. Bu, ne kadar büyük bir çelişkidir, farkında mısınız? Böyle bir başlangıç ise ne kadar sağlıklı bir başlangıç olabilir?
Evliliği bir güne, bir salona, bir masrafa indirgemek ama sonrasındaki bir ömür boyu sürecek hayatı kiraya vermek bir evliliğe atılabilecek en mantıksız adım değil mi? Özellikle birkaç senedir ev sahiplerinin evlerini kiralarken sergiledikleri vicdansızlık bu kadar ayyuka çıkmışken? Peki ya çoğumuza bu mantıksızlığı dayatan bu düğün garabetini günden güne daha da içinden çıkılmaz bir hale sokma çabamıza ne demeliyiz?
Bütün bu sürecin temel mottosu haline gelen şu ifadeler dikkat çekicidir: “Bir defa evleniyorum, o yüzden her şeyin en iyisini hak ediyorum.”, “Herkese yapılan bana neden yapılmasın?”, “Benim diğerlerinden ne eksiğim var?” Bu cümlelere dikkatlice baktığımızda, hepsinin ortak noktasının başkalarıyla kıyaslama olduğunu görürüz. Kişi, kendi beklenti ve arzularını mutlaklaştırırken, başkalarının sahip olduklarını referans alarak kendi sürecini şekillendiriyor. Bu bakış açısı, bireysel mutluluğu dışsal ölçütlere bağlar; oysa evlilik gibi kişisel ve özel bir deneyimin odağı, kişinin kendi değerleri, öncelikleri ve gerçekleri olmalıdır. Başkalarının tercihleri ya da yaşadıkları, bireyin kendi yaşamına yön vermemelidir. Aksi takdirde, kıyaslama yoluyla oluşan beklentiler gerçekliğin önüne geçer ve tatmin duygusu yerini sürekli bir doyumsuzluğa ve eksiklik hissine bırakabilir.
Toplum dediğimiz yapı, farklı ekonomik düzeylere, kültürel geçmişlere ve yaşam tarzlarına sahip bireylerin bir araya gelmesiyle oluşan karmaşık bir bütündür. Bu bütünlük, sanıldığı gibi homojen değil; aksine oldukça heterojen bir yapıya sahiptir. Her bireyin yediği yemek, giydiği kıyafet, gezdiği yer, hatta günlük alışkanlıkları bile birbirinden farklıdır. Aynı şekilde, her ailenin kendine özgü bir yaşam anlayışı ve sosyal gerçekliği vardır. Dolayısıyla bu kadar çeşitli bireylerden oluşan bir toplumda düğün merasimlerinin de tek tip, kalıplaşmış formlarda olması beklenemez. Herkesin ekonomik gücü, yaşam öncelikleri ve kültürel değerleri farklıyken, tüm düğünlerin aynı ölçütlerde gerçekleştirilmesi, gerçeklikten uzak bir kısır döngüdür. Önemli olan, biçimsel benzerliklerden ziyade, bu özel günün çiftin anlam dünyasına, aile yapısına ve imkanlarına uygun şekilde yaşanmasıdır.
Ülkemizin gelişmiş çoğu şehrinden farklı olarak bizde evlilik süreci, bireylerin birbirini tanımasından çok, hemen düğün için neler isteneceği üzerinden şekilleniyor. Gençler daha yeni tanışmışken, konuşmalar hemen düğün masraflarına, altın hesaplarına, gelinliğin markasına, kuaförün bilinirliğine ve düğün salonunun ayarlanmasına kayıyor. Kız tarafı tarafından dile getirilen “ailem şu kadar altın ister, şu marka eşyalar alınmalı, düğün şu şekilde olmalı” gibi talepler, çoğu zaman ilişkinin daha başında erkek tarafında bir geri çekilme yaratıyor. Çünkü burada söz konusu olan artık iki insanın hayat kurma hayali değil; toplumun gözünde ‘eksiksiz’ bir tören gerçekleştirme yarışı haline geliyor. Oysa her ailenin maddi imkânları ve öncelikleri farklıdır. Ancak içinde yaşadığımız toplum, bu farklılıkları yok sayarak herkesi aynı kalıba sokmaya çalışıyor. Bu da evliliği, sevgi ve emek temelli bir birliktelikten çok, ekonomik bir sınav hâline getiriyor. Sonuç olarak, evlilik daha başlamadan yük haline geliyor ve birçok güzel ihtimal, gösteriş uğruna kaybolup gidiyor. Birbiriyle uyumlu olabilecek birçok eş adayı daha başında iken ayrılıyor.
TÜİK’in 2024 verilerine göre, Hakkari ilinde yaşayan erkeklerin ortalama evlilik yaşı, sadece çevre illere kıyasla değil, Türkiye ortalamasına göre de oldukça yüksek seviyelerde seyrediyor. Bu çarpıcı verinin en makul açıklaması, bölgedeki genç erkeklerin evlilik maliyetlerini karşılamakta ciddi zorluklar yaşamasıyla ilişkilidir. Geleneksel beklentiler doğrultusunda talep edilen yüksek miktarda düğün masrafları, altın, çeyiz, düğün salonu ve diğer törensel giderler, evliliği çok lüks bir harcama kalemine dönüştürmektedir. Ekonomik koşulların ağırlaştığı, iş imkanlarının sınırlı olduğu bir dönemde ve mahrum bir bölgede bu yükün altına girmek istemeyen ya da giremeyen pek çok genç, evlilik düşüncesini ya ileri bir tarihe ertelemekte ya da tamamen rafa kaldırmaktadır. Bu durum yalnızca bireysel hayatları değil, Hakkari’nin toplumsal yapı ve nüfus dinamiklerini de doğrudan etkilemektedir. Görünen o ki, evlilik artık sadece iki insanın değil, ekonomik şartların da onayını almak zorundadır.
Yazımın sonunda şunu söylemekte fayda görüyorum. Bir birey “Ben her şeyin en iyisini hak ediyorum.” dediğinde, o bireyin aslında neyi kastettiğini sorgulamak gerekir. Eğer bu sözle anlatılmak istenen lüks, zenginlik, statü ya da maddi imkanlarsa, burada bir çelişki baş gösterir. Kendini insan olarak tanımlayan biri, insanın öz değerinin parayla ölçülemeyeceğini bilir. O hâlde, bu talep insani bir hak olmaktan çok, piyasa mantığının bireye yüklediği sahte bir özgüvendir. Kendini altın, mülk ve statüyle ilişkilendirerek tanımlayan kişi, farkında olmadan kendini bir “tüketim nesnesi”ne indirger. Ne yazık ki bu söylem, günümüz bireyinin maruz kaldığı popüler kültürün ve neoliberal sistemin bir yansımasıdır: Herkes kendini “en iyiye layık” sanır ama kimse bu en iyinin ne olduğunu, kim tarafından belirlendiğini ve neden hak ettiğini sorgulamaz. Bu anlayış, bireyin değerini yükseltmekten çok, onu içi boş bir talepkar hâline getirir.
Düğün merasimde bu kadar pervasız davranan bu bireyin evlilik hayatı nasıl olur peki?
Sürekli talep eden ama karşılığında en basit bir fedakârlığı bile çok gören bu birey, evlilik kurumunun doğasına aykırı bir karakter sergiler. Bu kişi, eş olarak hayatına aldığı insanı adeta bir kaynak gibi görür; onun sevgisini, emeğini, zamanını ve maddi gücünü hunharca tüketir. Verdiği hiçbir şey yoktur ama beklentisi sonsuzdur. Ne vefa bilir, ne anlayış gösterir. Sonra da çıkıp evliliğinden şikâyet eder, memnuniyetsizliğini yüksek sesle dile getirir. Oysa sorun, evlilik değil; kendisini daima haklı, her şeyin merkezinde ve her şeyin sahibi sanan bu bencil tutumdur. Çünkü ilişki değil, hizmet bekler; ortaklık değil, itaat ister. Ve böyle bir evliliğin çökmesi kaçınılmazdır.

Ağzına,yüreğine sağlık hocam tam toplumunun yarasına şifa kaynağı olan bir yazı tebrik ve takdir ederim. Camilerimizde vaaz olarak verilmesi gereken bir konu