TAHİR DUMAN/YAZDI
Yazar Tahir Duman 'Düğünlerimizin Sosyolojik Arka Planı-2' adlı yazısını okuyucuları için yayınladı.
YAZARIN YAZISI ŞÖYLE:
Geçen haftaki yazımda, Yüksekova’da bir düğün yapabilmek için maddi ve manevi külfeti oldukça ağır olan 33 aşamalı zorlu süreci başlıklar halinde ele almıştım. Aslında bu süreç, yalnızca evlenecek çiftleri ve ailelerini değil, dolaylı yoldan tüm şehri etkileyen bir sosyal gerçekliktir. Düğün hazırlıkları, çevresel, kültürel ve psikolojik etkileriyle neredeyse herkesin hayatına bir şekilde dokunur. Bu nedenle dile getireceğim her husus, yalnızca bireysel değil, toplumsal bir mesele olarak görülmelidir. Bugün bu sürece kayıtsız kalanlar bile, yarın bir gün bu çarkın içinde dönerken, burada yazılan birçok cümleyi hatırlayıp, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır.
Türkiye'nin herhangi bir şehrinde kendinizi Hakkârili olarak tanıttığınızda, mutlaka şu cümleyle karşılaşmışsınızdır: “Ooo, sizin düğünleriniz efsane ya!” Bu tepki artık neredeyse bir refleks haline gelmiş durumda. Sosyal medyada dolaşan abartılı düğün videoları sayesinde, farkında olmadan tüm ülkenin dikkatini çekmeyi başardık. Renkli görüntülerin, konvoyların, altınların ve havai fişeklerin gölgesinde kalan asıl mesele ise hâlâ cevapsız: Gerçekten bizim düğünlerimiz neden böyle? Bu kadar yüksek meblağlarda harcamaları yapacak gücü nereden buluyoruz? Ülkenin en zengin şehri biz miyiz de bu yükün altına bu kadar kolayca girebiliyoruz? Bu soruların net bir cevabı yok. Ama ortada olan şu ki, bu durum artık sadece geleneksel bir kutlama değil, sorgulanması gereken sosyolojik bir olgu haline gelmiş durumda.
Şehrimiz Yüksekova özelinde oldukça önemli bir gerçeğe dikkatinizi çekmek istiyorum. Yüksekova’da bir yılda yaklaşık 500 düğün yapılmaktadır. Ancak bu 500 düğünden bir tanesinde bile, geleneklerin dayattığı 33 aşamayı geçmeden evlenen bir çifte rastlanmıyor. Düşünebiliyor musunuz? Beş yüz düğün, sıfır istisna. Bu tablo, sadece geleneklerin değil, o gelenekleri sorgusuz kabul ettiren bir toplumsal baskının ne denli güçlü ve kapsayıcı olduğunu gösteriyor. Kimse kendi istediği gibi, sade ya da küçük çaplı bir düğün yapma özgürlüğüne sahip değil. Öyle ki, sade bir düğün hayal eden biri bile, el âlem ne der korkusuyla bu hayalinden vazgeçiyor. Kendi hayatının en özel gününde bile başkalarının beklentilerini önceleyen bir toplumdan söz ediyoruz. Ben bugüne kadar Yüksekova’da gerçekten sade, masrafsız ve külfeti az bir düğüne şahit olmadım. Şahit olan varsa, lütfen yorumlara yazsın da hep birlikte öğrenelim: Son yıllarda özgürlüğün gerçekten mümkün olduğu bir düğün yaşanmış mı bu topraklarda?
Peki neden böyle? Çünkü bu topraklarda bir evlilik kararı yalnızca iki insanın değil, aynı zamanda iki ailenin, hatta kimi zaman geniş akraba çevrelerinin ve aşiret yapılarının da ortak kararı haline geliyor. Gençler, kendi özgür iradeleriyle birbirlerini seviyor, duygusal bir bağ kuruyorlar; ancak iş ciddiye binip evliliğe doğru ilerlediğinde, süreç adeta onların ellerinden alınıyor. Bu noktadan sonra, ailelerin devreye girdiği, karşılıklı tanışma, uygunluk değerlendirmesi ve onay mekanizmalarının işlediği bir toplumsal ezber devreye giriyor. Sevgiyle başlayan hikâyeler, toplumun geleneksel değer yargıları ve sosyal kodlarıyla şekilleniyor; bireysel tercihlerin yerini kolektif kanaatler alıyor.
Eskiden toplumun ortak değer yargılarına, kültürel kodlarına ve hayatın gerçeklerine uygun olarak şekillenen kolektif kanaatler, bireyler arasında bir aidiyet duygusu yaratıyor ve toplumsal düzenin sürdürülmesinde önemli bir rol oynuyordu. Ancak son yıllarda bu kanaatlerin içi boşaltılmış, “geleneği yaşatmak” adı altında ekonomik ve sosyal bir sömürü aracına dönüştürülmüştür. Modern yaşamın dayattığı kalıplara uyum sağlamak adına geleneklerin biçimi değiştirilmiş, özüyle bağını koparmış ve çoğu zaman sadece görünürde sürdürülen sembolik eylemlere indirgenmiştir. Bu durum, özellikle ekonomik koşulların ağırlaştığı günümüzde, bireyler üzerinde maddi ve manevi baskı oluşturarak, geleneklerin birleştirici değil ayrıştırıcı ve yıpratıcı bir unsur haline gelmesine neden olmuştur.
Bu güçlü kolektif kanaatler, düğün sürecini en başından sonuna kadar belirleyici bir şekilde şekillendiriyor. Törenin her aşaması, yalnızca bir gelenek değil, yerine getirilmesi zorunlu kutsal bir emir olarak görülüyor. Hiçbir adımı atlamak mümkün değil; çünkü atlanan her ayrıntı, her iki ailenin bireylerinden ciddi tepkilerle karşılanmana neden olabilir. Bu durum, bireysel tercihlerin çoğu zaman bastırıldığı, toplumsal beklentilerin öncelik kazandığı bir süreci beraberinde getiriyor.
Evlilik kararı alan iki birey arasındaki ilk ciddi anlaşmazlıklar, çoğunlukla düğün hazırlıkları sürecinde, kolektif değerlerin ve geniş aile yapılarının yoğun biçimde devreye girdiği bir atmosferde ortaya çıkmaktadır. Kalabalık ailelerin sürece doğrudan müdahil olmasıyla, bireysel karar alanı daralmakta; her aile ferdinin sürece dair bir görüş bildirme eğiliminde olması, gelin ve damat adayları arasında iletişimsel gerilimlerin oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Bu dönemde yaşanan ilk büyük tartışmalar, yalnızca kişisel farklılıkların değil, aynı zamanda aileler arası güç dengelerinin ve kültürel beklentilerin çatışması olarak da değerlendirilebilir. Özellikle düğün masrafları, yüksek altın talepleri ve sembolik tüketim kalıpları, çoğunlukla damat tarafı üzerinde ciddi ekonomik baskılar yaratmaktadır. Buna karşılık gelin ve ailesi, toplumsal onay arayışının bir yansıması olarak, “el âlem ne der” kaygısıyla her ayrıntının en gösterişli biçimde gerçekleştirilmesini talep etme eğilimindedir. Bu durum, çiftin ortak yaşam öncesi ilk krizlerini deneyimlemelerine ve evlilik sürecinin daha en başından sosyo-kültürel gerilimlerle yüklenmesine neden olmaktadır.
Ailelerin yüksek talepleri, çoğu zaman borçlanma ya da farklı finansal kaynaklara başvurma yoluyla karşılanmakta; bu durum, henüz evliliğe resmî olarak adım atmamış iki gencin, özellikle erkek tarafının, üzerinde ciddi bir ekonomik ve psikolojik baskı oluşmasına neden olmaktadır. Toplumsal beklentilerin ve aile onurunu koruma güdüsünün etkisiyle erkek, maddi yeterliliğe sahip olmasa dahi sürecin akışına direnç gösteremeyerek borçlanma yoluna gitmekte ve bu talepleri karşılamaya çalışmaktadır. Öte yandan, talepleri eksiksiz karşılanan gelin ve ailesi, bu durumun gerçekçi bir ekonomik çabanın sonucu değil, bir “normal” ya da “olması gereken” olduğu yanılgısına kapılmakta; böylece süreç boyunca her ayrıntının en ideal biçimde yerine getirilmesini doğal bir hak olarak talep etmeye devam etmektedirler. Bu algı, düğün günü sona erene kadar devam etmekte ve evlilik kurumuna daha adım atılmadan, çiftin karşılıklı beklentileri ile gerçeklik arasındaki makasın açılmasına neden olmaktadır. Nihayetinde bu durum, evliliğe maddi ve duygusal anlamda kırılgan bir zeminle başlanmasına yol açmakta; ilerleyen süreçte çiftler arasında kalıcı sorunlara zemin hazırlayabilmektedir.
Bütün bu sürecin sancısı düğünün hemen ertesi günü ortaya çıkar. Halk deyimiyle “takke düşer, kel görünür.” Yeni evlerine mutlulukla ve umutla adım atması gereken çift, düğün telaşının ardından gerçek hayatın sessiz ama sarsıcı yüzüyle karşılaşır. Geride kalan o gösterişli gece, ne yazık ki yalnızca anılarda parıltılıdır; gerçekte ise orkestra sesinin yankısı yerini ödenmesi gereken faturaların sessiz ağırlığına bırakır. Gelinlik kumaşının ışıltısı, damatlığın ütülü çizgisi ve düğün masasındaki süsler, yerini defterlere yazılan borç kalemlerine terk eder. Orkestra, yemek, çay servisi, gelin arabası, fotoğraf çekimi, bahşişler… Her biri bir hayalin parçası gibi görünse de şimdi hepsi ödenmesi gereken bir bedeldir.
Borçlar dağ gibi birikmiştir; düğün günü zarflara konan paralar bu yükün altından kalkmakta çoğu zaman yetersiz kalır. İşte tam bu noktada, gelinin kolunda parlayan altınlar, sevincin değil zorunluluğun sembolü hâline gelir. Ailelerce "güvence" olarak düşünülen bu ziynet eşyalarının satılması gündeme geldiğinde, ilişkideki ilk büyük kırılma da kaçınılmaz olur. Çünkü altın yalnızca maddi değil, aynı zamanda manevi bir anlam taşır; gelinin ailesine verilen bir söz, bir onur meselesidir. Satılmak üzere çıkarılan her bilezik, yalnızca borca değil, aynı zamanda güvene, emeğe ve hayallere açılmış bir gediktir.
Böylece evliliğin daha ilk günlerinde, çiftin hayalini kurduğu huzurlu başlangıç yerini sessiz çatışmalara, içten içe büyüyen bir hayal kırıklığına bırakır. Gösterişli düğün gecesinin ardından, sahne kapanır ama oyun daha yeni başlamıştır—ve bu sahnede artık müzik yoktur, yalnızca gerçekler konuşur.
Önümüzdeki hafta Cuma günü, sözde korunan düğün kültürümüzün dönüşümünün yarattığı sosyolojik yan etkileri başlığı altında modernitenin düğünlerimizi nasıl linç ettiğini konuşmaya devam edeceğiz...
Hocam ağzınıza sağlık. Çok güzel noktalara değinmişsiniz. Bu halkın artık bu görenek belasından, modernitenin dayatmasindan kurtulması lazım. Sorunuzun cevabına gelelim. Sade düğün yapan var mı diye sormuşsunuz. Ben 2019da çoğu akrabanın küsmesine rağmen düğününü az misafirle sade görenek belasından Uzak 5 6 saat sürecek şekilde yaptım. Kim ne der korkusu olmasın ve sağlam irade ile yapılabilirmis aslında.