Kürd’ün Acı Acısı...

“seni de yakarlar bir gün ey acı
bir taptuk kul gözlerinden vurursa
parmakların eğri ağaç tutmaz
çığlıkların çağlar aşar duymazsın

ve ben biliyorum
örümceği, mağarayı, güvercini, asâyı

ve ibrahim'in baltasını
biliyorum

(...)

seni de vururlar bir gün ey acı
halepçe'de soldurulmuş gül gibi
bu sevdaya düşsen, sen de yanarsın
suskun, sıcak, uzun yaz geceleri

(...) ”

Ferman Karaçam

 

 

Kadın ve anne bilir yalnız acıyı kederi, diye öğretti öğretimiz. Sadece dişil bir elem hali olarak nakşediledurdu yazmalara, dantellere, oyalara... Eril ruhlarda iğreti duran ve utanç halet-i ruhiyesi ile peyda olan bir hiss-i müennes idi acı… Kadın, acı biriktirmek; erkek acıya bile acı çektirmek için doğmuş bir cemiyet içinde, acının da kimliği belirsiz ve fail-i meçhul bir fiilin malulü idi.

 

Acı duyan, acıyan, acıtan ve acı üreten acı yanlarımızı birbirimizin sıcağında şifa niyetine bir"leştirmeyi en acınası hal olarak öğretti acı hükümdarı pederlerimiz... Acıya teslim olunmamalıydı... Acıdan korkmamalı acıyı korkutmalı idi... Savaşta yaralarımızı düşmandan saklamamız tabii iken, ya dostumuzdan yoldaşımızdan saklamamız, kaçırmamız neydi? Asalet belirtisi mi idi yoksa acziyet mi..? Neydi acıyı bize acıdan da acı kılan? Sade bizde mi, acı lügatlerden çıkarılmış ve acı, şerm û eyb"ın nişânesi olmuştu? Acının yanında acı çekmenin de acı(nası) olduğu başka bir insan topluluğu var mıydı?

 

Evet acı asîl bir abide idi insanî hisler içinde.. bütün hislerin toplamına dönüşebilen bir his idi: aşkın acısı, evladın acısı, anne-baba acısı, ayrılık acısı, yara ve bıçak acısı hatta söz acısı... Acı her şeyde bir nebze mevcut idi. Her şeyin ayrı ayrı bir sancısı vardı, acısı vardı. Ama ya acının acısı? Bütün acılardan daha bir acı...? Kürdün acısı?

 

***

 

Birçok önemli şahsiyetin iştirak ettiği ve bizlerin/Kürtlerin sorunu üzerine iki gün konuşulduğu Abant Platformu"nda, akademisyen Mümtazer Türköne ile avukat hemşerimiz Rojbîn Tuğan arasında geçen “acı” diyalogdan mülhem bu “acı yazı”... Her şeyden öte itiraf etmeli ki Rojbîn Hanım"ın “acı” çığlığı acımızı acılarımızı anlatıyordu. Geçmişte bu topraklarda rutin olarak her Hakkârili ferdin tesadüf edebileceği haller üzerine konuştu hemşerimiz. Hem de bir kadın olarak, acıyı çok iyi anlayan/anlatan bir “jin” olarak... Bilmiyoruz belki de “jin; jan(sızı/acı) ile jîn(hayat) arasındadır” sözü sadece kelime oyunundan ibaret değildir. Belki de kadın acıyı resmetmenin olmazsa olmazıdır. Acının rengi belki yok ama aynası kadın...

 

Elbette erkek de acı çeker, Cenâbê Şerîetî"nin Yalnızlık Sözleri"nde tasvir ettiği gibi, bir aslanı bir sirkte bir kafese tıkarlar ve haylaz çocuklar kafeste tıkılıp kalan aslana sopaları ile vurur, aslanın acziyetini görmek aslanı acı acı bağırtmak isterlerdi. Aslan, gözyaşlarını içine akıtır ve sirk kapandığında da gece karanlığında kimsenin görmediği gözyaşlarını asaletle dökerdi. Belki de bundan idi acının saklanması gizlenmesi... Erkeğin acısı biraz böyle bir hal"dedir, gizemi bundandır...

 

Mümtazer Türköne"ye hitaben Rojbîn Tuğan: “Biz dilimize gem vurduk, sizleri incitmemek için.” derken malum acıların bu defa da “empatik bir ilişki” ile gizlendiğini ifade eder. “Öteki”ni incitmemek acıtmamak için.. Fakat Rojbîn Tuğan ile olduğu gibi -diğer iki kadın- Leyla İpekçi ve Bejan Matur"la da başı derde giren Türköne"nin aslında tespit ve tahkikleri yerinde idi.. En azından Rojbîn Hanım"ın acıları kadar hakikat"ten parçalar olarak.. Yani ortada haklı haksızdan ziyade, acının neresinde durulduğu ile ilgili bir hal söz konusu idi. Zira kadınların ve erkeklerin acıları aynı olsa da acıdan elde ettikleri aynı şeyler değildir. Rojbîn Tuğan"ın feryadı/çığlığı acı idi, acıyı beyan idi, duygusal ve teatral idi -her ne kadar tiyatro eğitimi almamış olsa da hemşerimiz, ki buna da gerek yoktu zira kadın duygu demek idi-; ama beri taraftan da Türköne"nin çözüm önerisi de yerli yerinde idi.

 

Evet, bu acı mesele kadın ve erkek-merkezli olmakla girift bir hal alıyor ve sözün özüne gelecek olursak: Rojbîn Hanım"ın acısı ve feryadı, ferşten arşa kadar gerçektir. Zira kendisinde var olan tabii bir hali izhar etmiştir. Türköne ise seçkin bir akademisyen olup biz Kürtler üzerine çok değerli akademik çalışmalar yaptırmış, kaliteli yüksek lisans ve doktora tezleri yönetmiş biridir. Belki de bir erkek olarak, acının sosyolojisi ile ilgilenen Türköne bize Rojbîn Tuğan"ın feryadını da haklı bularak şöyle der:

 

Artık Kürtler mazlumiyet ve ezilmişlik söylemini bırakmalı.. Kürtler artık her söze başladıklarında “işte bizi ezdiler, bizi asimile ettiler de, vatanımızı welatımızı talan û wêran ettiler de işte ondan..” adetini bırakmalı. Dile getirilen acıların yüzlerce katı dile getirilse yine de azdır o acıları resmetmek için. Ama sosyo-politik bir bakış açısı için bu yeterli değildir. Muhatabı ile karşılaştığında her Kürdün kullandığı bu dil artık değiş(tiril)meli. Belki de bundan ötürü Türköne"nin “ötekileştirme” tezine katılmak gerek. Çünkü bizim kadîm erkeklerin belki acziyet belki de bir asalet belirtisi olarak acıyı dışa vurmamaları en iyi çözümdür. Atalarımıza mı uymalı? Bilmiyorum... Bildiğim tek şey acı ile muhataplarımız bizi anlayamıyor.. Hem Türköne gibi bir insandan bizim gibi acıyı hissetmesini istememiz abes değil mi? Bu nedenle avukat hemşerimizin hitap ettiği topluluğa: “Gelin orada ne yaşandığını görün. Sivil olarak Hakkâri"ye bir gezi düzenleyin gerçeklerle yüzleşin.” dedi haklı olarak. Madem kimse acımızı bilmiyor ve bilmeyecekse... Acımız bizi acıttığı kadar kimseyi acıtmayacaksa... Ve en acısı da, acımızın başkalarını acıtması da bizi acıtıyorken...

 

***

 

Almanya, II. Dünya Savaşı"nda 70 milyonluk nüfusundan 7 milyondan fazla kayıp verdi. Erkek nüfusun yani iş görebilecek nüfusun büyük çoğunluğu toprağa karıştı. Ama Almanlar ne yaptı? Bizim her defasında Halepçe"yi pelesenk ettiğimiz gibi mi yaptılar? Nasıl oldu da Almanlar bu kadar büyük bir yıkımdan birkaç yıl sonra dünyanın süper gücü oldu yine? Evet, Almanların reçetesi şu idi: Savaş bittikten sonra hiçbir Alman gencini çalıştırmamak. Hemen her büyük şehirde üniversite açtılar, Alman gençlerini yetiştirdiler. Dışardan gelen Türkler, Faslılar ve Araplar sadece angarya işlerde çalıştırılıp bir halk kendini tekrar birkaç yılda toparlayabilmiş... Yazıyı okuyacakların, “ama biz savaşmadık, biz öldürüldük” diye feryatlarını duyar gibiyim.. Evet bu da acı bir hakikat.. Ama olsun.. Artık “acıyı bal eylemek” gerek bazen... Artık “Kürde ağlamak düşerdi” sözü yerine “Kürde çalışmak ve üretmek düşer” sözü getirilmeli... Artık iş yapma ve ürün verme zamanı olmalı.. Hem zaten acı her zaman kendine bir damar bulmuyor mu, bir yol bulmuyor mu? Yazı başındaki şiirde olduğu gibi biz acıyı , Halepçe"yi unutsak bile o bizi unutmaz, bir “öteki” Türk"ün dilinde kendini dışa vurur...

 

Bir gün acıyı da vururlar. Hadi o acıyı biz vuralım. Ama sadece acıyı vurmayalım sadece dilimize gem vurmayalım.. Acınmak dışında yapacak çok şey var..!!!

Vesselam...

YORUM EKLE