Bu acıların, bu yıkımın sorumluları kimler?

Vicdan taşıyan insanın; huzurlu bir andan, içten bir kahkahadan, küçük bir mutluluktan, yediğinden içtiğinden, sıcak bir dam altında olmaktan, hatta yaşamaktan utanç duyduğu günlerdeyiz.

Bu acıların, bu yıkımın sorumluları kimler?
  

Türkmenler, Ezidiler, Kürtler, Türkler, Araplar, Ermeniler, diğerleri: Ortadoğu’nun ve Türkiye’nin gün be gün katmerlenen acılar içindeki halkları! Savaşın, vahşetin, ölümün, kanın kol gezdiği bölgede; vatan bellediği, ekip biçtiği, evini ocağını kurduğu, çölüyle, ormanıyla, dağıyla, deniziyle benimsediği; dilinin, kültürünün, inancının, geleneğinin beşiği topraklarda kendi kimlikleri, kendi töreleriyle barış içinde yaşamalarına imkân tanınmayan; topraklarından sürülüp çıkartılan; korku içinde sersefil yollara düşen, çoluk çocuk denizlerde boğulan, kibirli Batı’nın sınırlarında aşağılanan, horlanan, kovulan “dünyanın lânetlileri”!

Bu yıkımların, bu acıların, bu ölümlerin sorumluları kimler? Kimler bu kaderi hazırladı sizlere? Kimler hangi yalanlarla, hangi yüce değerleri sömürerek, hangi korkuları körükleyerek birbirinizin boğazına sarılmaya, birbirinizi yok etmeye sürüklüyor sizleri-bizleri? Kimler inandırıyor kanın kanla temizleneceğine, savaşın ölümün çözüm olacağına?

Vicdan taşıyan insanın; huzurlu bir andan, içten bir kahkahadan, küçük bir mutluluktan, yediğinden içtiğinden, sıcak bir dam altında olmaktan, hatta yaşamaktan utanç duyduğu günlerdeyiz. Sizleri bilmem, ama bu dünya bana artık ağır geliyor, çok ağır geliyor, dünyanın acısını duyuyorum da taşıyamıyorum. Biliyorum; bir çoğunuz, bir çoğumuz aynı duyguları paylaşıyoruz. Böyle bir dünya, böyle bir ülke, böyle bir gelecek için çıkmamıştık yola. Hatalarımız sevaplarımızla, yanlışlarımız doğrularımızla, yenilgilerimiz zaferlerimizle, insanlar biraz daha özgür, biraz daha eşit, biraz daha mutlu olsunlar, düşmanlıklar, ayrımcılıklar, savaşlar olmasın diye çabalayıp durmuştuk hep. Ama bak işte! Her yer kanıyor, Türkiye kanıyor, Suriye, Irak, Ortadoğu kanıyor, kan Batı’ya sıçrıyor, dehşetle, utançla, acıyla seyredip çaresiz kalıyoruz.

Ya sosyalizm ya barbarlık mı?

Dünyanın hal-i pürmelalini anlayabilmek, bu yıkımın sorumluları kimler sorusunun cevabını bulabilmek için Rosa Luxembourg’un, aslında Kautsky’nin Erfurt Programı’nın Esaslarına Dair Tartışma(1892) kitabından aktardığı “Biz ya sosyalizme doğru ileri bir adım atacağız ya da barbarlığa geri döneceğiz” sözünü, yüzeysel ezberleri, şablonculuğu aşarak bir kez daha düşünmekte yarar var. Kautsky, kitabında şöyle diyor: “Eğer sosyalizm imkânsızsa, o vakit insanlık (…) tıpkı iki bin yıl önce Roma İmparatorluğu’nda görüldüğü gibi parçalanacak ve barbarlığa geri dönecektir.”

İnsanlığın son yüzyıldaki deneyimlerini, sosyalizm uygulamalarının da (sosyalist sistemin) barbarlığa dönüşü engelleyebilecek yeni dünyayı ve yeni insanı yaratmaktaki başarısızlığını hesaba katacak olursak, Kautsky ve Luxembourg’un sözleri daha geniş ve güncel anlamda, “Kapitalist/emperyalist sistem bu haliyle sürdükçe insanlığın önümüzdeki dönemde daha da derinleşip yaygınlaşacak vahşet tablosuna (barbarlığa) varması mukadderdir” diye yorumlanabilir. Kaldı ki, kapitalistlerin kendileri bile bir süredir bu gidişatın sürdürülebilir olmadığının farkına varmış görünüyorlar. Artık kimse kendi korunaklı dört duvarı, kendi sınırları, kendi nüfuz bölgesinde güvende değil. Dünyaya hakim olan güçler terör karşısında darmadağınlar, çaresizler. Barbarlığa doğru gidilebileceğini hissetmeye başlıyorlar.

Ne yapacağız, teslim mi olacağız?

Ama bunları düşünmek, bilmek beni rahatlatmıyor, bu vahşi dünyaya dayanabilme gücü vermiyor. Suriyeli çocuğun minicik cansız bedenini, IŞİD vahşetinden kaçan bitkin, umutsuz Ezidi annesinin yüzünü okşamaya çalışan bebenin kederini, tepesine bombalar yağan Bayırbucak Türkmeni’nin korkusunu, Cizre’de öldürülen kızının cesedini buzlukta saklamaya çalışan Kürt annenin çaresizliğini, Silvan’ın, Nusaybin’in, daha nicelerinin yıkımını, günahsız çocukları -Mehmetçik ya da gerilla- ölen ve öldürenleri, kısaca insanın insandan gelen acısını unutturmuyor.

O zaman; çaresizliğe teslim mi olacağız, vahşete boyun mu eğeceğiz, bütün umutlarımızı yitirip, hafifletemeyeceğimiz acılar karşısında kahrolup ömür boyu derlediğimiz bizi biz yapan değerlerimizi, “sorumluyum ben çağımdan” diye haykıran kimliğimizi, hayatımıza verdiğimiz anlamı red ve inkâr mı edeceğiz?

Benim kuşağım dünyayı değiştirmek, güneşi zaptetmek için çıkmıştı yola. Cephanemiz umuttu. Belki çok yükseklerden uçmaya kalkıştığımızdan, belki “hayat ağacının yeşilini” unutup “teorinin gri labirentlerinde” kaybolduğumuzdan, belki acıları sevinçleriyle, kötülükleri erdemleriyle, zaafları yücelikleriyle somut insanı, birey insanı soyut bir devrim amacına feda ettiğimizden, belki…belki… başaramadık, yere çakıldık.

Sizleri bilmem ama benim dünyayı değiştirme, barbarlığa gidişi engelleme gücüm yok artık; başarısızlığı kanıtlanmış eski yol ve yöntemlerin yerine yeni dünyanın yeni umut ve kurtuluş yollarını keşfetmeye de... Ama, kötülüklere karşı hâlâ direnebilirim, muktedirlerin insansızlığına, insanı iktidara feda eden zihniyete, ille de savaşçılığa karşı itirazımı çığlık gibi yükseltebilirim, yükseltebiliriz. İtirazın bedeli ne olursa olsun o bedeli ödeyebilirim, ödeyebiliriz.

Bir de… bir de insana el uzatabilirim. Suriyeli göçmene, Silvanlı çocuğa, Cizreli anneye, bütün evlatlarını yitirenlere, evsiz kalanlara, yurtsuz kalanlara, dilsiz, sevgisiz kalanlara ulaşabilirim.

Belki de itirazdan, isyandan ve vicdandan yeni bir güç, yeni bir umut doğar.  OYA BAYDAR/T24

Güncelleme Tarihi: 26 Kasım 2015, 10:47
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER