Ortadoğu’da Kimlik, Yurttaşlık ve Ulus-Devletin Yeni Yüzü

Tarihin zaman zaman hırçınlaştığı, medeniyetlerin hem doğduğu hem de yıkıldığı topraklardır Ortadoğu. Bu kadim coğrafya, yalnızca dinlerin değil; dillerin, kimliklerin ve halkların da tarihe karışmadan var olmaya çalıştığı bir alandır. Burada ulus-devlet, sadece Batı’nın modern icadı olarak değil; parçalanmışlıkların, emperyal müdahalelerin ve cetvelle çizilmiş haritaların ardından kalan kırık bir mirası birleştirme gayreti olarak da okunmalıdır. Ortadoğu’daki ulus-devletler, çoğu zaman bir düzen arayışının, bir birlik tasavvurunun cisimleşmiş halleri olarak karşımıza çıkar. Ancak bu birlik, çoğu kez egemen kimliğin diliyle, kültürüyle ve hukuki çerçevesiyle inşa edildiğinde, kenarda kalanlar için bir yurt olmaktan çok, bir gölgeye dönüşür.

 

Ne var ki, bu gölge, azınlıkların varlığını silmeyi başaramamıştır. Aksine, kimliklerin bastırıldığı her alan, zamanla hafızanın derinleştiği bir mekâna dönüşür. Bugün, Ortadoğu’da ulus-devletin varlığı ne yıkılmanın eşiğindedir ne de değişmeden sürebilecek bir yapıdadır. Bu yapıların sürdürülebilirliği artık çoğulculuk, kapsayıcılık ve eşit yurttaşlık ilkeleriyle mümkün olabilir. Eski katı kalıpların, yeni toplum gerçeklikleriyle çatıştığı bir dönemdeyiz. Bu çatışmanın çözümü ise, devletin yalnızca sınırlarını koruması değil; kendi içinde yaşayan farklılıkları tanımasıyla mümkün olabilir.

 

Felsefî açıdan bakıldığında, yurttaşlık yalnızca bir kimlik kartı değil, “aidiyet”in varoluşsal ifadesidir. Bir insanın “bu topraklar da benimdir” diyebilmesi için, o toprağın da ona “sen de bensin” diyebilmesi gerekir. Charles Taylor'ın da belirttiği gibi, "kimlik, ancak başkaları tarafından tanındığında anlam kazanır; tanınmayan kimlik, yara alır ve zamanla çatışmaya dönüşür." Devlet, vatandaşını bir etnik kategoriye, bir mezhebe ya da resmi dile sıkıştırdığında; yurttaşlık, anlamını yitirip yalnızca sayısal bir veriye dönüşür. Oysa gerçek yurttaşlık, herkesin kendi rengini taşıyabileceği, kendi sesini duyurabileceği bir zemin olmalıdır.

 

Azınlıkların kimlik talepleri, bu bağlamda ayrılıkçılığın değil; var olma arzusunun, kolektif hafızanın ve onur duygusunun bir tezahürüdür. Ancak bu taleplerin arasında, özellikle sistem içinde kendini güvende hissetmeyen grupların bağımsızlık ya da özerklik arzuları da bulunmaktadır. Bağımsızlık düşüncesi, yalnızca bir ayrılık isteğiyle değil, kendi kaderini tayin etme hakkı çerçevesinde şekillenir. Bu, çoğu zaman devletin kapsayıcı olamaması, hakları tanımaması ve kimlikleri bastırmasıyla güç kazanan bir eğilimdir. Bu eğilimi bastırmak yerine anlamaya çalışmak, barışı ve bir arada yaşama zeminini güçlendirmenin ilk adımıdır.

 

Ulus-devletler bu çağda ancak dönüşerek yaşayabilirler. Zira zamanın ruhu, sınırların sertleştirilmesini değil; anlamların derinleştirilmesini talep etmektedir. Benedict Anderson’ın ifadesiyle, ulus dediğimiz şey “hayal edilmiş bir cemaat”tir ve bu cemaatin geleceği, farklı düşleri barındırabilme kapasitesine bağlıdır. Ulusal egemenlik, azınlıkların haklarını bastırarak değil; onları güvenle yaşatacak, kültürlerini koruyacak, dillerini tanıyacak bir siyasal düzenle sürdürülebilir. Devlet, yalnızca çoğunluğun değil, tüm vatandaşlarının evidir. Ve bu evin bir köşesinde dışlanan varsa, çatısı sağlam kalamaz. Ulus-devletin meşruiyeti, kapsama kapasitesiyle doğru orantılıdır.

 

Edebiyatın diliyle söylemek gerekirse: Her halk kendi şiirini yazmak ister. Kimisi dağların diliyle konuşur, kimisi ovaların. Devlet, bu şiirlerin bir araya geldiği büyük bir kitaptır. O kitabı yalnızca tek dilden yazmaya kalkarsak, diğer sayfalar ya susar ya da kopar. Oysa her sesin yer bulduğu bir kitap, zamana karşı daha dirençli olur. Ortadoğu’nun kırılgan ve çoğul yapısı, bu çok sesliliğe en çok ihtiyaç duyan coğrafyalardan biridir.

 

Azınlıkların milliyetçiliği, çoğu zaman yanlış anlaşılan bir kavramdır. Bu milliyetçilik, çoğu durumda bir ayrılık arzusundan çok bir tanınma çabasıdır. Sessiz bırakılmaya karşı bir ses olma, görünmez kılınmaya karşı bir görünürlük istemidir. Ancak bu taleplerin görmezden gelinmesi, bu milliyetçiliği zamanla radikalizme ve bağımsızlık fikrine yöneltebilir. Bu nedenle, bu ses yankı bulduğunda ulus-devlet yalnızca daha güçlü değil; aynı zamanda daha adil ve daha anlamlı bir zemine kavuşur. Çünkü gerçek güvenlik, farklılıkların bastırılmasında değil; haklarının tanınmasında gizlidir.

 

Bu bağlamda, Ortadoğu’da azınlıkların haklarını savunmak, devlet karşıtlığı değil; devletin kendisiyle yüzleşmesini sağlamak anlamına gelir. Ernest Gellner’in de işaret ettiği gibi, “ulus-devlet, kültür ile iktidar arasında bir örtüşme yaratma projesidir”; fakat bu örtüşme, kültürel tekdüzeliğe indirgenirse, çatışma kaçınılmaz olur.

 

Sonuç olarak: Ulus-devletler ölmedi. Fakat değişiyorlar. Bu değişim, ya içerme yoluyla olacak ya da içe kapanma ile çürüyecek. Azınlıklar bu sürecin edilgen unsurları değil, aktif özneleri olmak istiyor. Onların milliyetçiliği; ulusun tek rengini çoğaltmak, bayrağı daha çok dilden dalgalandırmak isteyen bir çağrıdır. Bu çağrıya kulak vermek, yalnızca adaletin değil; aynı zamanda kalıcılığın da anahtarıdır.

YORUM EKLE
YORUMLAR
Halil Evin
Halil Evin - 7 ay Önce

Ulus devletler klasik yapılarını aşmak zorundalar yoksa bulundukları döngüden kendilerini tüketmeye devam edecekler