Resimler Tanıdık Değildi

Bekleme salonunun duvarlarında gazete küpürlerinden kesilmiş, resimlerin olduğu cam çerçeveler vardı. Gövdesiz, insan uzuvları. Resimlerin altındaki yazıları okuyamıyordu. Okusa da anlamıyordu. Uzun zamandır korkunun dışında tüm yetilerini kaybetmişti.

Baktıklarının insanlara ait kollar, bacaklar olduğunu anlamıştı. Ancak tenlerinin altındaki şekiller de neyin nesiydi? Aklının oyunu değilse o insanlarının teninin altında kırmızı şekillerin, damar olması imkânsızdı. Her birinde farklı şekiller vardı. Kanla işlenmiş haritalar gibi...

Kim işlerdi bir derinin altına kanlı resimleri?

Hiç kimsenin tanıdık gelmediği bir dünyada yaşarken sanki bu bekleme salonu bir mezardı.

Başka bir dünyada, yaratıkların ve simgelerin arasında sorgu anını bekliyordu. Kulağına çarpan sesler, kulak zarını tırmalıyordu. Çok yüksek sesle konuşuyorlardı. O seslerdeki kaygısızlık, her şeyin yolunda gittiği hissini veren telaşsız tek düzelik, onu daha çok kederlendiyordu. Çünkü her şeyin bittiğine inanıyordu.


“Durup dururken bayılıyor” diyordu yanındaki kadın, “ başka bir derdi yok, onun için geldik biz.”

Uzun süredir midesine kramplar girmesine sebep olan ekşi ter kokusunun sebebi olan kadından geliyordu ses. Karşısında oturan ihtiyar adama, gölgesine sinmiş kızını anlatıyordu.

Kızı olmalıydı. Ondan gençti. Sanki sahibi gibi anlatıyordu. Evine aldığı süs eşyasını, defolu olduğu için tamire getirmişti. Mekanik, renksiz sesinde telaş yoktu. Zaten arada bir dururdu. Sonra tekrar çalışırdı. O küçük hatayı düzelteceklerdi.

Sebepsiz bayılan genç kız sessiz, küçük, silik görünüyordu odanın içinde. Ekşi kokan kadının sesi her yeri dolduruyordu. Kocamandı.

Kızı düşünmek istemedi. Gözlerini kaçırdı ondan. Neden bayıldığını bilmek istemiyordu. Odayı kaplayan kadının sesini duymamak için gözlerini yeniden duvarda ki resimlere çevirdi.

Korkuyordu. Düşündükleri onu korkutuyordu. İnsanların derisinin altına bu resimleri kim çizmişti?

Kolları uyuştu. Bacakları.

Midesinde hep bir telaş vardı. Aç mıydı, tok muydu bir türlü karar veremiyordu. Sevdiği yemekleri hatırlamıyordu. Ağzındaki pas tadı onu bir türlü rahat bırakmazdı.

Nefes almasında bir problem yoktu. Bazen nerden alacağını şaşırıyordu. Burnundan alması gereken havayı, ağzında yutuyordu. Boğuluyordu nefes alırken.

Düşünürken, gözleri açıkken, uyurken, aniden ıslak, nemli görünmez eller boğazına yapışıyordu.

Aklının sınırlarında dörtnala koşuyordu, gözleri resimlere çakılı. Zihninin koridorlarında ayak sesleri yankılanıyordu.

“Kim yaptı bu resimleri?”

“Hayır, onlar yok...”

“Hayır, onlar neden insanlarla uğraşsın.”

Başka bir odaya geçtiği zaman karşısında oturan adamın siyah sakallarına takıldı gözleri. Genç adamın yüzünde onu yaşlandırmak isteyen uzun sakalları vardı. Artık duvardaki resimleri kanıksamıştı. Bu adam resimleri siliyordu.

Gençti, siyahtı. Keskindi.

Onun duyguları yoktu artık. Sevmeyi unutmuştu. Kaçmayı biliyordu. Ya da teslim olmayı.

O odadan kaçmak istedi.

Her sabah dualar okudular ona. İnanmak istedi. Teslim olmak. Ama kaçmak istiyordu.

Onun da duaları vardı. Sessizce yalvarırdı inandığına. Bazen öfkeyle çığlık atardı en sessizinden. Derinden kopardı çığlığı, yükselirdi “lütfen” derdi “lütfen”, gerisi aralarında sırdı.

Onun öfkesi bacaklarına yürümedi. Kaslarında, karnında, en çok kafasının içinde dolandı durdu. O öfkesiyle damarlarını çatlattı. Derisinin altına kan pıhtıları musallat oldu.

O duvarda asılı olanlar, duygularını kanlarıyla tenlerinin altına resmetmişlerdi.

 

YORUM EKLE