Uyuyorsun, başın yastıkta.
Saçların dağılmış, göz bebeklerinin içine bir dünya sığmış.
Biraz üzgün, biraz kırgın, biraz umutlu ve çokça hüzün çökmüş yastığına.
Göz kapaklarından bitkin bir sevdanın kırıntıları süzülmüş, yanaklarında dans ediyor bir cinayet gibi.
Buğday tarlasında tomurcuklanmış sarı saçlarında bir peygamber ağlıyor.
Sen uyuyorsun çocuklar doğuyor ve milat sayılıyor dudaklarının arasında süzülen her nefes.
Karşında durmuş seni izliyorum.
Yüzüne dokunmaya korkan çıplak ellerimle çorak topraklarda gül adıyorum ruhunun sancısına.
Esmer bir gelinlik türküsü içinde ve yanı başında çamur karası ıslaklığı ile bir şiir dolanıyor dilime, her hecesi sen.
Bana ait olmayan seni, delik ceplerimde bir ibadet gibi taşıyorum.
Korkuyorum uyandırmaya seni.
Güneşin veda ederken ki o kızıl edasıyla gülümsüyorum yüreğimi senin harabeye dönmüş şehrinden koparmaya çalışırken.
Yola revan oluyorum.
Dar patikalarda cemre gibi toprağa düşen gölgenin serinliğinde tavaf eden kuşlar tanıyorum.
Küçük tanrılar yaratıyorum kendime, kaburga boşluğumda karanfil soluyan.
Beyaz bileklerinde sönük sayılar taşıyorlar, şu kısacık ömrüme bahşedilmiş sönük sayılar.
Bir çığlık almış başını yürüyor kutsadığım sokağında.
Zihnimin daracık odalarında, sigara izmaritinin son nefesinden kalma yorgun bir dumanla bir çığlık yükseliyor gök kubbeye.
Hangi kutsal inanç ikna edebilir şimdi beni, senin göğünü yitirmeye...