Çocukluğum II (Çemê Aroşê)

Yazar Tahir Duman 'Çocukluğum II (Çemê Aroşê)' adlı yazısını okuyucuları için yayınladı.

Çocukluğum II (Çemê Aroşê)

TAHİR DUMAN/YAZDI

Yazar Tahir Duman 'Çocukluğum II (Çemê Aroşê)' adlı yazısını okuyucuları için yayınladı.

YAZARIN YAZISI ŞÖYLE:

İnsan, toprak ve su. Yayla ve köy hayatı...

İnsanın suyla ve toprakla bir bütün olduğu yerdi yayla ve köy. Yaşadığımız coğrafyanın kadim yaşam tarzıydı. Bir tutam toprak ve bir damla sudan hayat bulmuş insanoğlunun ilkel de olsa kendini en mutlu hissettiği yaşam tarzı. Sudan ve topraktan uzak yaşamaya başladığımız günden sonra dünyanın coğrafi dengesi gibi insanın da ruh ve beden dengesi bozulmaya başladı...

Beresor Yaylası’ndan dönüşüm dedem ve büyük ablamla olacaktı. Annem bir süre yaylada kalacak ve koyunları sağıp, kışlık peynir yapma işiyle ilgilenecekti. Yazın sıcak günleri başlamadan peynir yapılmalı ve Mahina Şin’in sırtındaki koca bidonlar köye gönderilip toprak altına saklanmalıydı. Mahina Şin yayla ve köy arasında getir-götür işlerini gören, ailenin en değerli üyelerinden biriydi. Şerif dayımla birlikte koca bidonlarla köye gelir, yükünü indirir ve çok beklemeden tekrar yaylanın yolunu tutardı. Genelde huysuz olan Mahina Şin’in yanına yanaşmaya korkar, onu hep uzaktan izlerdim. O'da huyunu ve asabiyetini Şerif dayımdan almıştı sanki. Huysuz olduğunda kulaklarını arkaya doğru diker ve uzun süre kimseyi sırtına bindirmezdi.

Dedemin evi, Küçükdere Köyü’nün hemen girişinde bulunuyor, önündeki geniş bahçe, şehre giden toprak köy yoluna bakıyordu. Evin arkasında, bir kısmı toprağa gömülü gibi duran, arkası dağla bir olan koyun ahırına bitişik Dêr (tarihi kilise) bulunuyordu. Köydeki en ilginç yapı bu küçük Dêr’di. Yüzyıllardır yapılmış olduğu her halinden belliydi. Dêr’in oval giriş kapısının yarısı toprağa gömülüydü. Uzun boylu Şerif dayım Dêr’in içine girmek için epey eğilmek zorunda kalırdı. İçi her daim serin olduğu için ailemiz peynirini oraya gömerdi. Dedemin dördüncü eşi olan Halime nine oraya gömülen peynirin tadının bambaşka olduğunu söylerdi hep. Sadece peynir değil; yoğurt, yağ, bal gibi birçok yiyeceğimiz her daim serin olan Dêr’in içindeydi.

Türkçe dilinde ifadesi olmayan kalın s (Arapçadaki Sad harfi) harfiyle başlayan “Sel” dediğimiz taşlardan yapılmıştı köyün bütün evleri. Yassı ve geniş olan bu taşlar, köyün beroj tarafına düşen dağdaki büyük kayalardan ince ince sökülürdü. Boyu bir metreyi çok geçen kocaman Sel taşları bahçelerin kenarına dikine ve bir kısmı toprağa girmiş şekilde yan yana dizilir ve bahçe duvarlarını oluştururdu. Uçları sivri olan bu yassı ve kocaman taşlardan atlamak ve bahçeye girmek biz çocuklar için imkânsızdı.

Dedemin evi de bu taşların daha ufak olanlarından inşa edilmişti. Ev iki oda ve bir salondan oluşuyordu. Evin önündeki geniş taraçadan eve girdiğimizde sol tarafta dedemin ve misafirlerin uyuduğu oda; sağ tarafta da biz çocukların, annelerimizin ve bazen teyze çocuklarımızın kaldığı oda bulunuyordu. Ortadaki salonda geniş minderler, uzun ve oval şekilli içi yün dolu yastıklar duvar diplerine çok da düzgün olmayan bir şekilde dizilirdi. Giriş kapısının hemen dibinde tahtadan yapılmış yüksek ve uzun bir somya bulunuyordu. Bu somya Şerif dayımın yeriydi. Ondan başka kimse oraya oturamaz, uzanamazdı. Şerif dayım yayladan köye döndüğü akşamlarda bu somyaya uzanır ve yüksek sesle bir kilam dillendirirdi.

Küçükdere Köyü, ismini deresinden mi almıştı bilmiyorum ama bu dere değil bir çocuk için, bir büyük için bile hiç de küçük değildi. Aksine oldukça heybetli ve özellikle ilkbahar mevsiminin başlarında korkunçtu. Suyun debisi o kadar yükseliyordu ki çoğu yerde dere yatağına sığmıyor, dışarıya taşıyordu. Suyu o kadar soğuktu ki elini içinde tuttuğunda uzun süre parmaklarını hissedemezdin. Bembeyaz, köpüklü ve çok hırçın akan suyu kocaman kayalara çarpa çarpa dere yatağından hızla ilerlerdi. Suyun sesi Aroşe vadisinin dağlarından yankılanır ve köyde sürekli ve coşkun bir şırıltı sesi duyulurdu.

Derenin iki kolu vardı. Küçük kolu Kêlya Şin tarafından, diğer kolu Beremêş tarafından geliyordu. Köylüler Beremêş tarafından gelen suyun sadece tek kaynaktan çıktığını söylüyordu. Çocuk aklımın almadığı bir durumdu bu. Kocaman hayvanları bile sürükleyip götürebilecek bir gürlükte akan Çemê Aroşê nasıl olur da tek kaynaktan çıkıyordu?

Aroşe aslında çok küçük bir köydü ama doğa bu küçük köye oldukça cömert davranmıştı. Bu küçücük köyde olabilecek her ayrıntı mevcuttu. Dağ, dere, su değirmeni, geniş meralar, inekler, koyunlar, keçiler, öküz arabaları, atlar, güneş, gölge, yaşlı insanlar, yüzleri güneş yanığı çocuklar, tek derslikli okul binası, arı kovanları, yüzlerce kaynak suyu (çilkaniya bölgesinde yanyana kırk kaynak suyu) mevcuttu.

Köyde günler hızlı geçmiş ve ot biçme zamanı gelmişti. Şerif dayım paleler ile birlikte köy mezarlığının bitişiğindeki tarlada ot biçmeye gitmişti. Evde sabahın erken saatlerinde herkes uyanmış ve kahvaltı hazırlığı başlamıştı bile. Ot biçen paleler için yapılan un helvasının (arxavk) kokusu evin avlusunu doldurmuştu. Ratip hazırlanmaya başlanmış; ninemin eski fistanlarından parça parça birbirine dikilmiş sofra bezinin içinde bir kavanoz otlu peynir, bir kavanoz koyun yoğurdu, bir tas nîvêşk, küçük tencerede bulunan arxavk, etamin mendille sarılmış kesme şeker, naylon içinde bağlanmış birkaç tutam kaçak çay, çay içmek için demir şerbikler ve su taşımak için bir satil...

Halime ninem yüksek bir sesle bizi uyarıyor aman her şeyimi eksiksiz geri getirin diyordu. Köy yerinde her şey çok değerliydi. Bir naylon parçası bile aylarca kullanılır, heba edilmezdi.

Dedem 100 yaşında bir çınardı. Bir asır yaşamış ve tek erkek kardeşini Rus Harbi’nde, Van’da şehit vermişti. O günden sonra kardeşinin yadigarı, yeğeni Cemil’e gözü gibi bakmış ve çok uzun yıllar onu gözetip kollamıştı. Bir elinde ratip, bir elinde ben, benim diğer elimde boş su satılı. Yolda adımlarını benim yürüyüş ritmime göre ayarlıyordu dedem.

Çok geçmeden tarlaya vardık. Ratip açılıp yere serildi, kavanozların kapakları açıldı, sofra kuruldu. Şerif dayım siyah çaydanlıkta kaynattığı suya bir avuç dem atıp tekrar ateşe bıraktı. Kahvaltı yapıldı ve ben oradan çocukluğumun ilk ırmağı Çemê Aroşê’yi izlemeye koyuldum.

Şimdi, tam kırk yıl sonra, çocukluğumun o sahnesine dönüp, o günkü masumiyetimle dedemi karşıma alıyor ve soruyorum.

  • Dede, hayat nedir?
  • Hayat üç şeydir evlat.
  • Bu üç şey nedir Hacı Dede?
  • Toprak, su ve insan.
  • Toprak nedir Hacı Dede?
  • Toprak doğum ve ölümdür. İnsan topraktan geldi, toprakta yaşadı ve ölünce yine toprağa gidecek.
  • Peki ya su nedir?
  • Su yaşamdır. Kaynaktan doğunca soğuktur, taptazedir. Kayalar arasından çarpa çarpa hırçın bir şekilde geçer, düzlüğe ulaşınca durulur, sakinleşir ama tazeliğini yitirmiştir artık. Sonra bulanır, bulanır, bulanır ve içilmez bir hal alır.
  • Peki dedecim, İnsan nedir?
  • Evlat, bu söylediğimi asla unutma!
  • İnsan Aroşe’dir. Yani insan karmaşadır...

İnsan, toprak ve su.

Yaratılış, yaşayış ve yok oluş hikâyesinin üç yolcusu.

İnsanın özü toprak,

Toprağın özü hayat,

Ve hayatın özü su…

Ama ikisinden hayatı alan da yine su...

    Güncelleme Tarihi: 09 Aralık 2023, 17:09
    YORUM EKLE
    YORUMLAR
    Raif Erler
    Raif Erler - 5 ay Önce

    Çocukluğumu bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti

    Mehmet Ertan
    Mehmet Ertan - 5 ay Önce

    Kaleminize yüreğinize sağlık hocam yazılarınızın devamını bekliyoruz. Okurken çok haz aldım .

    Sedat aslan
    Sedat aslan - 5 ay Önce

    İnşAllah. Devamı. Olur. Çok. Gururlu yum. Sizin adınıza

    Kasım düzen
    Kasım düzen - 5 ay Önce

    Zevkle okudum devam et Tahir hoca tebrikler emeğine sağlık

    Serhat Baskın
    Serhat Baskın - 5 ay Önce

    Okurken doğal yaşamdan ne kadar uzaklaştığımızı bir daha iliklerime kadar hissettim. Yüreğine sağlık hocam

    fatih
    fatih - 5 ay Önce

    Yeşildere de bulunan mandırayı da yaz süt toplama, peynir yapımı, örgü peyniri vs. Güzel anılar....

    SIRADAKİ HABER